19 Aralık 2009 Cumartesi

Darya Dadvar, seçmeler





Darya Dadvar da genç İranlı sanatçılardan birisi. Müzik yaşamına bir oera sanatçısı olarak başlamış. İlk müzik eğitimi aslında annesinin hem yöneticisi olduğu hem de orada şarkı söylediği Marionette Tiyatrosunda almış. 2001'den beri Paris'te yaşıyor ve bir soprano olarak müzik kariyerini sürdürüyor. Yapmak istediği şey geleneksel iran müziğini klasik Avrupa müziğiyle kombine edebilmek... Dünyanın her yerinden dinleyiciye sahip olan Darya Dadvar'ın yaptığı önemli çalışmalardan birisi de Firdevsi'nin "Şahnamesi"nden "Rüstem ile Sohrab'ın trajedisi"ni, Ermeni Senfoni Orkestrası eşliğinde düzenlemeyi ve kompozitörlüğü üstlenen Loris Tjeknavorian ile birlikte operaya dönüştürmesi ve seslendirmesi. Caz ve blues'un öğelerinden yararlanarak İran Müziğini yeniden yorumlamak da yapmak istediklerinden biri.

http://www.daryadadvar.com/

monika jalili, konser kaydı






Monika Jalili Amerika'da doğmuş bir vokalist. İranlı bir adam aşık olduğunda aynı zamanda o büyük kültüre de aşık oluyor. Manhatten Müzik okulunda ses eğitimi ve Kolomibya üniversitesi'nde Fransız edebiyatı eğitimi alıyor. 1979'dan sonra ülkelerini terk etmek zorunda kalan pek çok şair ve müzisyenin eserlerini yeniden gündeme getiriyor. Farsça, Azerice ve bu dillerin farklı lehçelerinden şarkılar söylüyor. Geleneksel İran müziğini geleneksel olmayan formalr ve enstrümanlarla yeniden yorumluyor hem kendi diliyle hem de orijinal dillerinde...
Amerika'da yaşıyor.

Bu video Amerika'da bir kilisede verdiği 1 saatlik konser kaydını içeriyor. Çok güzel bir ses ve yorum...

http://www.monikajalili.biz/

anathema, parisienne moomlight

müzik - anathema parisienne moonlight | izlesene.com







Liverpoollu gençlerin macerası 1990 yılının yazında 'Pagan Angel' ismiyle başladı. Güçlü sound'ları birçok etkilenimle beraber klasik doom metal olarak şekillendi. Kasım 1990'da ilk demoları olan 'An Iliad of Woes'u kaydettiler. 1991 yılının Ocak ayında demonun çıkmasıyla isimlerini 'Anathema'(anlamı: Tanrı'nın ya da kilisenin lanetine uğramış, aforoz edilmiş) olarak değiştirmeye karar verdiler.

Anathema - 1991

Bolt Thrower ve Paradise Lost'u destekledikleri konserlerde kendi evlerinde ciddi bir fan kitlesi kazandılar ve yavaş yavaş tüm Avrupa'da kulaklarda yer edinmeye başladılar. Konserlerle geçen birkaç aydan sonra 'All Faith is Lost' isimli ikinci demolarını kaydetmek için stüdyoya girdiler. 1991'de çıkan bu kayıt dergilerden ve fanzinlerden olumlu eleştiriler aldı. Aynı yıl grubun 'They Die' isimli ilk single'ı Witchhunt Records etiketiyle piyasaya çıktı. İlk basımında tükenen bu kayıt grubun daha fazla tanınmasını sağladı. Bu albümde gruba basçı olarak Jamie Cavanagh'nın yerine Duncan Patterson dahil oldu.
Grup Peaceville Records'un dikkatini çekti ve 1992 Ekim'inde yayınlanacak olan Peaceville compilation 'Volume 4' için 'Lovelorn Rhapsody' isimli parçayı kaydetti. Daha sonra grup şirketle 4 albüm için anlaşma imzaladı ve Kasım '92'de 'The Crestfallen' E.P.si piyasaya çıktı. Cannibal Corpse'u destekledikleri İngiltere turnesi başarılı geçti ve grup canlı performansının ne kadar iyi olduğunu gözler önüne serdi.

İlk albüm

İlk albüm 'Serenades' Şubat 93'te piyasaya sürüldü. Olumlu eleştiriler alan albüm Metal Hammer'da ayın albümü seçildi. Aynı zamanda 'Sweet Tears' videosu MTV'de gösterildi ve oylama sonucu ayın albümü seçildi. Grup geniş bir İngiltere turuna ve aynı plak şirketinde olan gruplarla (My Dying Bride, At the Gates) özel bir gösteriye katıldı. Daha sonra AT THE GATES ile beraber İngiltere konserlerine devam etti, akabinde 15 günlük kısa bir Avrupa turnesi geçirdi.
Romanya, Hollanda ve Belçika'daki festivalleri de içine alan ilk uzun Avrupa turnesi Ocak 94'te tamamlandı ve grup uzun süredir beklenen mini albümü "PENTECOST III"yi kaydetmeye koyuldu. Ardından Brezilya'da INDEPENDENT ROCK festivaline katıldı, ayrıca Avrupa'da da boy göstermeyi ihmal etmedi.

Pentecost III ve ayrılık rüzgarları

Gecikmeler 'PENTECOST III'nin çıkışını '95 Mayısına kadar sürükledi. Grup bu sıralar ikinci albümünü kaydediyordu ve grupta ayrılık rüzgarları esmeye başladı. Vokalist Darren White gruptan ayrıldı. Yeni bir eleman almak yerine vokali gitarist Vincent Cavanagh üstlenecekti. Albümün çıkışından hemen önce Cathedral'i destekledikleri bir İngiltere turuyla grup yeni kadrosunun performansını görme fırsatı verdi.
Yeni albüm 'THE SILENT ENIGMA' Ekim '95'te piyasaya çıktı. Son kadro değişikliğinden sonra bu albüm büyük bir başarının da habercisi oldu. Orkestral düzenlemeler, karanlık melodiler, geniş bir vokal yelpazesi, ve olgunlaşmış bir kadro gruptaki gelişimin göstergesiydi.
Paradise Lost ile İngiltere turundan başlayarak yeniden uzun bir Avrupa turnesine çıktılar. Bu arada Dynamo Festivali'nde de başarılı bir performans sergilediler. Kasım 96'da çıkan bir sonraki albüm 'ETERNITY', daha önce görülmemiş bir müzikal gelişime ve olgun yaklaşımın kanıtıydı. Basından epey övgü (tabi biraz da eleştiri) aldı.
Atmosferik enstrümanlar, melodi, temiz vokallerin grubun 'HEAVY' yönüyle harmanlanması etkileyici bir albüm ortaya çıkarmıştı. ETERNITY, en duygusal metal albümü olarak. Tekrar uzun bir Avrupa turu, festivaller grubun fan kitlesinin gitgide genişlemesini sağladı.

İlk video

Mayıs '97'de grubun ilk videosu olan 'A VISION OF A DYING EMBRACE' piyasaya çıktı. Bu kayıt kliplerin yanı sıra grubun MY DYING BRIDE'ı desteklediği Krakow(POLONYA) konserini de içeriyordu.
Haziran '97'de davulcu John Douglas gruptan ayrıldı. Yerine eski SOLSTICE davulcusu Shaun Steel (şu an MY DYING BRIDE'de) geçti.
1998 Haziran'ında grubun en çok ses getiren albümü olan 'ALTERNATIVE 4' çıktı. Albüm turunun başlangıcında yine kadro değişiklikleri baş gösterdi. Efsanevi basçı Duncan Patterson müzikal farklılıklar nedeniyle gruptan ayrıldı. Yerine Duncan'ın diğer grubu olan DREAMBREED'de birlikte çaldığı Dave Pybus geçti. Ayrıca eski MY DYING BRIDE klavyecisi Martin Powell da gruba katıldı. Sürpriz bir değişiklik de John Douglas'ın gruba geri dönüşüydü.

Anathema İstanbul'da

Grup 9 Ekim 1998 tarihinde de İstanbul'da (Rock House) bir konser verdi. 400 civarı seyircinin izlediği ve ASAFATED'ın ön grup olarak çıktığı konserde ses düzeni pek iyi olmasa da grup mükemmel sahne performansıyla büyük beğeni topladı.
Bu arada grubun Peaceville ile sözleşmesi sona ermişti. Alternative 4'un başarısıyla daha büyük bir şirkete geçmesi kesin gözüyle bakılan grup Peaceville'ın bir nevi babası niteliğindeki şirket 'MUSIC FOR NATIONS' ile anlaştı. Music For Nations kataloğundaki Anathema albümleri Sony Music etiketiyle Türkiye'de de yayınlanmıştır.

Efsane albüm "Judgement"

1999 Haziran'ı MFN etiketiyle çıkacak ilk albüm 'JUDGEMENT'ın piyasaya sürüldü. Cavanagh kardeşler bu albümü 1998'de kaybettikleri anneleri Helen Cavanagh'a adadılar. Duncan'ın yokluğuna rağmen bu albümden yine övgüyle söz edildi. Grup aynı yıl uzun zaman sonra Dynamo Festivaline dönüşünü gerçekleştirdi. Matin Powell'ın CRADLE OF FILTH'e katılmak için gruptan ayrılmasından sonra yine eski COF klavyecisi Les Smith gruba dahil oldu. Les Smith daha önce ETERNITY'de çalmıştı ve turlarda grupla birlikte çalmıştı. Bu kez tam anlamıyla kadrodaydı.

Anathema İkinci Kez İstanbul'da

Bu arada 28 ve 29 Ocak 2000 tarihlerinde grup ikinci defa İstanbul'da (Kazablanka Concert Hall) dinleyicisiyle buluştu. İlk gün ön grup olarak The Climb ve Metallium, ikinci gün ise Knight Errant ve Antisilence vardı. O zamanın efsane dergisi Non-Serviam'ın organize ettiği konserlerde (98'deki ilk konsere göre) daha iyi bir ses düzeninin de etkisiyle bir kez daha kendisine hayran bıraktı ve uzun süre bu konserlerden söz edildi.

A Fine Day To Exit

Grup Ekim 2001'de 'A FINE DAY TO EXIT' i piyasaya çıkardı. CRADLE OF FILTH'in laneti yine grubun üstündeydi ve albümün çıkışından hemen önce Dave Pybus gruptan ayrılacağını duyurdu ve COF'te bas görevini üstlendi. Bu albümden sonraki turlarda geçici olarak George Roberts gruba yardımcı oldu.

Resonance

2001 ve 2002 yıllarında 'RESONANCE' ve 'RESONANCE 2' adında en iyi ANATHEMA parçalarının toplandığı iki albüm piyasaya sürüldü. RESONANCE yavaş, bayan vokal ve balad parçalardan oluşan; RESONANCE 2 ise JUDGEMENT albümü öncesindeki kayıtlardan grubun daha heavy parçalarını içeren bir BEST OF niteliğindeydi.

1 Nisan 2002

Mart 2002'de grubun resmi internet sitesindeki bir açıklamada Daniel Cavanagh gruptan ayrılacağını ve artık eski basçı Duncan ve yeni grubu ANTIMATTER ile çalışacağını açıkladı. Nisan 2002'de tuhaf bir şekilde yine resmi internet sitesinde daha önce Danny'nin yaptığı açıklamanın sadece Nisan 1 şakası olduğu duyuruldu. (Pek de inandırıcı değil...) Ancak Danny'nin iki aylığına da olsa gruptan ayrıldığı bir gerçekti.

Son albüm - A Natural Disaster

Kasım 2003'te grubun son albümü 'A NATURAL DISASTER' yayınlandı. Artık grupta basçı olarak (yeniden) Cavanagh kardeşlerin üçüncüsü Jamie Cavanagh vardı.'A FINE DAY TO EXIT' den daha vurucudur. Grup Haziran 2004'te Rock İstanbul kapsamında üçüncü kez ülkemizde bulundu. Her zamanki gibi performansı muhteşemdi. Sonuçta hem izleyici, hem grup, hem de organizatörler durumdan hoşnut oldu.

6 Aralık 2009 Pazar

jazz

Cazın Doğuşu ve Kökenleri



Caz müziği 1880' lerde New Orleans'ta gelişmeye başladı ve 1920'lerin başında New York Los Angles ve Chicago'da yapılan kayıtlarla son şeklini aldı. O zamanlar birçok değişik akım cazın ortaya çıkışında yol gösterici olmuştur. Bunlardan biri melodilerin ve akorların eşliğinde simgesel olarak özgürlüğe kavuşma çabalarıydı. Bu akım bugün doğaçlama olarak tanımladığımız olaya liderlik etmiştir. Bir diğeri ise siyahi Amerikalıların yarattığı blues ve ragtime gibi müzik türleriydi.

Caz müziğinin neden ve nasıl Amerika'da ortaya çıktığını ve bu kadar farklı türde müziğin nasıl biraraya geldiğini anlayabilmek için Afrikalıların kölelik Amerika'sındaki yaşamlarına göz atmamız gerekir. Afrikalı köleler Amerika'ya getirildikleri zaman yanlarına müzik aletlerini almalarına izin verilmemişti. Ama onlar müzikal zevklerini ve geleneklerini yanlarına almışlardı. Afrikalıların yüzyıllar önce yaptığı bu hareket Avrupa müziğinin neden Afrika kökenli Amerikalılar tarafından çalındığında daha farklı duyulduğunu biraz da olsa anlamamıza yardımcı olabilir. Örneğin bazı köleler Avrupa kökenli kilise müziklerini yöresel müzikleri ve dans müziklerini kendi müzik zevk ve geleneklerine uyacak şekilde değiştirdiler. Onların çocukları da atalarının müzikteki bu davalarının peşinden gittiler. Böylelikle bu müziksel tercih nesilden nesile devam etti.


Caz Neden New Orleans'da Ortaya Çıktı?


Fransızlar 1718 yılında New Orleans' a yerleşmeye başladılar ve 1719 yılında yüz kırk yedi siyah köle buraya getirildi. 1722 yılının başında New Orleans'ta kölelik tamamen yayılmamıştı hala özgür siyahlar vardı. 1763 yılında Fransızlar Louisiana topraklarını İspanyollara hediye ettiler. Ancak 1769 yılına kadar İspanyolların kuralları bu topraklar üzerinde tam olarak geçerli olmadı. Daha sonrasında gelen İspanyol kurallarına rağmen Fransızların dilleri ve gelenekleri hep ön plandaydı. 1801'de İspanyollar Louisiana'yı Fransızlara geri verdiler. Ancak İspanyolların koymuş olduğu kurallar 1803' te Louisiana Amerika Birleşik Devletleri tarafından Fransızların elinden alınana kadar geçerliliğini sürdürdü.

İspanyolların bu topraklar üzerindeki etkisi bazı sosyolojik örneklerde göze çarpıyor. Örneğin o yıllarda farklı etnik gruplardan insanların birbirleriyle evlenmeleri Louisiana'da çok sık gerçekleşen bir olaydır. Ayrıca İspanyol kuralları çok sayıda kölenin özgür kalmasını sağlamış bu da özgür siyahların sayılarının artmasına neden olmuştur. 1800' lerin ortalarında siyah ve beyaz ırkın biraraya gelmesi Avrupa ve Afrika geleneklerinin etkileşimlerine yol açmıştır. İki ırkın birleşmesinden oluşan bu yeni ırk Creole toplum olarak bilinir ve Creole'ler biraz Afrikalı biraz da Fransızdır.

New Orleans caz müziğinin ortaya çıkması için ideal bir yerdi. Mississippi Nehri'nin ağzının yakınında olan New Orleans Amerika için gelişmekte olan bir ticaret yoluydu ve bu nedenle o zamanlar ticaretin merkeziydi. Ticari öneminin yanısıra bir liman şehri olduğu için buraya dünyanın heryerinden insanlar geliyordu ve New Orleans günden güne kozmopolitik bir yerleşim merkezi şeklini alıyordu. Bu kadar renkli bir yerin eğlence hayatı da çok renkliydi. New Orleans'ta birçok bar vardı ve bu barlarda sık sık dans partileri yapılıyordu. New Orleans' taki bu yoğun eğlence hayatının sonucu olarak bölgedeki müzisyenlere birçok iş imkanı doğuyordu. Bu dönemde canlı müziğe çok büyük bir istek vardı ve yeniliklere olan ihtiyaç devam ediyordu. Bu istek ve ihtiyaaçlar müzisyenlerin yeni stiller yaratmalarına neden oldu. Müzisyenler değişik ve garip yaklaşımları harmanladılar gözden geçirip yeniden düzenlediler. Bu gelişmeler cazın ortaya çıkışında büyük rol oynadı.




Caz Orkestra/Bandolarının Kökeni



O yıllarda orkestralar açıkhavada yapılan birçok aktivitede (piknik spor etkinlikleri politik konuşmalar) çalıyorlardı. Dans etmek 19.yüzyılın en popüler aktivitesiydi. Dans için orkestralar etkinliklerin öncesinde müzik yapmaya başlarlardı. Bandolar bu tür aktiviteler için tercih ediliyorlardı. Bandolarda üflemeli çalgılar (kornet trombon vb.) haricinde sadece davul ve ziller yer alıyordu. Kapalı salonlarda yapılan aktivitelerde büyük orkestralara ihtiyaç duyulmuyordu. Bu tür yerler için "string band" denilen topluluklar seçiliyordu. Bu topluluklarda bandoların aksine üflemeli bir enstrüman yanında gitar keman bas ve piyano bulunuyor ve vurmalı çalgılar yer almıyordu.

Amerikan iç savaşından önce New Orleans'ta bu tarz orkestralar vardı ancak savaşla birlikte bu orkestraların sayıları arttı. New Orleans ve çevresinde otuza yakın orkestra vardı. Bu orkestralar askeri marşların ve yurtseverlikle ilgili şarkı sözleriların çalındığı konserler veriyorlardı. Bu dönemde gerek Brass Band'lerin gerek te String Band'lerin varlığı New Orleans' ın orkestral gelenekleri için uyarıcı bir unsur olmuştur.



Ragtime


1800'lerin sonunda ragtime New Orleans'ta çok popülerdi. Rag kelimesi askeri marşların ve Afro-Amerikan banjo müziğinden alınmış ritimlerin birarada kullanıldığı müzik türü anlamına gelir. Genellikle ragtime ilk olarak 1890'larda görülen piyano için yazılmış müziklere verilen isimdir. Bu tarzın en önemli sanatçısı Scott Joplin'dir(1868-1917). Ragtime terimi sadece piyano için yazılan bir müzik olmanın dışında müziğe giriş devrini tanımlamakta da kullanılır. Örneğin 1890-1920 yılları arasında New Orleans'ta ragtime piyanistlerinin yanısıra ragtime orkestraları ragtime şarkı sözlericıları ve banjo ile ragtime yapan müzisyenler vardı. Bugün caz müzisyeni olarak adlandırdığımız müzisyenlerin birçoğu o zamanlar kendilerini ragtime müzisyeni olarak tanıtıyorlardı. Bu yüzden bazı müzikologlar ragtime'ın ilk caz stili olduğunu düşünürler. Tutucu görüşlere göre ise ragtime bir caz stili değildir. Sadece biraz doğaçlama içerir ve cazın swing duygusundan oldukça uzaktır. Bununla beraber ragtime'ın cazın habercisi olduğunu söylemek kaçınılmazdır...



Etkilerin Birleşimi



1890'lar boyunca güney Louisiana' nın tüm kasabalarında küçüklü büyüklü orkestralar vardı. Bu orkestraların yaptığı müzik birçok etkiyi yansıtıyordu. Yapılan müzik marş müziğini ve ragtime'ı biraraya getiren bir müzikti. John Philip Sousa o dönem orkestra konserlerinde ragtime parçalarına yer veren en ünlü orkestra şefiydi ve ragtime piyanistleri Sousa' nın marşlarını sık sık ragtime tarzında çalarlardı. Diğer bir etki de New Orleans' a gelen Meksikalı orkestraların müziğiydi. Bu orkestralardaki birçok Meksikalı müzisyen New Orleans ve çevresine yerleşti ve bunlardan bazıları burada müzik öğretmenliği yapmaya başladı. Onların müziği New Orleans'ta çok sevilip kabul gördü ve birçok trompetçinin stilini etkiledi.

Caz direkt olarak orkestra müziğinden etkilenmiştir. 20. yüzyılın başlarında New Orleans'a gönderilen askeri bandolar 1800'lerin ortalarında ortaya çıkan dansın biçimlenmesini sağlamıştır. Bazen marşlar biraz yavaşlatılmış ve dans müziği olarak kullanılmıştır.Daha sonra "two-step" adı verilen popüler bir dans ortaya çıkmıştır. Ayrıca marşlarda bulunan model eski zamanlara ait parçaların düzenlenmesinde yol gösterici oldu. Sonunda askeri orkestralarda kullanılan pek çok sayıda enstrüman cazda da kullanılmaya başlandı. Örneğin marş düzenlemelerinde kullanılan flüt ve pikolo caz klarnetçileri tarafından taklit edilmiştir. Tipik marşların davul kısımları bir ya da üç vuruş çalınırken trampet daha keskin sesiyle iki ya da dört vuruş çalınmıştır.




Cazın Dansla İlişkisi



Cazın New Orleans'ta çok popüler olan rag ve blues'dan türediği çok sıradan bir düşüncedir. 1905-1915 yılları arasında ortaya çıkan grupları caz grubu olarak kabul edersek New Orleans'lı bandoların repertuarlarının çok az bir bölümü rag tarzındaydı ve on iki barlık blues parçaları beklenildiği kadar yaygın değildi. Diğer taraftan caz repertuarları hakkında mevcut olan düşüncelerimiz ilk caz müzisyenlerinin müziğini yansıtmamaktadır.

Bugün yapılan caz müziğinin aksine; cazın ilk dönemlerinde insanlar cazı dans etmek için tercih ediyorlardı sadece dinlemek için değil. Bu müziğin vuruş formu ve ruhu dansçıların ilgisini çekiyordu. Erken caz dönemi müzisyenleri repertuarlarını dansçılara eşlik edecek şekilde düzenlerlerdi. Danstaki değişiklikler ve dansın genelde kazandığı popülerlik cazın evriminde çok etkili olmuştur.

Yirminci yüzyılın başlarında New Orleans'ta tören orkestraları ve dans orkestraları aynı müzisyenleri ve büyük ölçüde aynı repertuarları paylaşıyorlardı. Öyle ki geçitlerde çalan müzisyenler geçit bittikten hemen sonra dans salonuna giderler ve enstrümanlarını değiştirip burada müzik yapmaya devam ederlerdi. Salon dansçılarına eşlik eden bu gruplar keman gitar bas ve bir ya da iki nefesli çalgıdan meydana gelen orkestralardı. Dansçılara eşlik edebilmek için müzisyenler değişik kaynaklardan çıkan müzikleri biraraya getirirlerdi. Çoğu zaman zorlayıcı ritimlerde parçalar çalmaktan kaçınırlardı. Bu yaklaşımlar cazın özünü oluşturmuştur ve bu dönem müzisyenlerinin çalış şekli "caz ne çaldığın değilnasıl çaldığındır" düşüncesine önderlik etmiştir. Diğer bir düşünceye göre ise; "caz dansçılar için yazılan müzikten ortaya çıkarak büyüyen bir müziktir" şeklindedir. Peki dansçılar için yazılan ve sonra şekil değiştirerek cazın gelişimini sağlayan bu müzik neydi ? O dönem müzisyenlerinin yaptığı müzik bugün New Orleans Cazı olarak da bilinen Dixieland tarzıdır ve insanlar her ne kadar Dixieland tarzını beyaz orkestra müziği olarak ayırsalar da bu tarzın cazın ortaya çıkışındaki etkisi asla gözardı edilemez.




Doğaçlama



Doğaçlama müziğin önemli bir unsurudur ve sadece şimdiki Avrupa müziğinde az kullanılmaktadır. Doğaçlama biraz Afrika müziği ama daha çok cazdan oluşur. Müzikologlar Afro-Amerikanların doğaçlama geleneklerini Afrika müziğinden aldıklarından çok emin değildirler. İlk önce müzik kültürlerindeki doğaçlamaya yeni dünyaya katılan kölelerin ne gibi bir etkisi olduğunu düşünmek gerekir.Örneğin Gana'nın tipik davul yapısında baş davulcu işaret vermeden sorumludur. Onun çaldığı bölüm diğer müzisyenlerinkinden daha değişkendir dolayısıyla bu doğaçlama olarak varsayılabilir. Madinka davul yapısında baş çalgıcının diğerlerine göre daha fazla doğaçlama yapma imkanı vardır fakat bütün grup üyeleri kendi bölümlerinde ufak tefek oynamalar yapabilirler. Bazı Afrika korolarında şarkı sözlericılar koro liderinin kendi bölümlerinde değişik varyasyonlar yapmasına izin verirler. Bu perspektiften bakıldığında görülmesi gereken şudur; her nasılsa bu çalışmalar bugünkü caz içerisinde bulunan doğaçlamaya yakın değildir. Batı Afrika şarkı sözlerilarında ve Afro-Amerikan Blues şarkı sözlerilarında kendi içinde gelişen doğaçlamalar çok çok detaylı melodi satılarının keşfedilmesiyle oluşmuyordu. Bunun yerine müzisyenler yaratıcılıklarını baştan sona kadar devam eden tek bir seslezamanla perdeyle ve müziğin başındaki ve sonundaki tınıyla oynayarak ortaya koyuyorlardı.

Doğaçlama sırasında müzisyenler melodilerin ritimleriyle oynarlar vuruşlar biraz daha erken veya geç başlatılır veya vurulan bir nota bir kere yerine birden fazla çalınabilir. Benzeri şekilde bir nota başlatılır sonra yumuşatılır sonra tekrar inanılmaz garip bir ses artışıyla yükseltilebilir. Bazen bütün cümleler ritmi belirginleştirmek için değişik şekillerde yerleştirilir. Bu "ritmik yerdeğiştirme" olarak bilinir. Bu teknikler -pop müzikten etkilenmiş olmasına rağmen- hala Afro-Amerikan kökenli ilahilerde kullanılmaktadır.

Amerikada cazın oluşmaya başladığı zamanlarda Avrupa müzik geleneklerinde doğaçlama adına iyi gelişmeler oldu. Doğaçlamayla müziği süslemek 20. yüzyılın başlarında konserlerde çok kullanılan bir yoldu ve bu uzun süre pop müzik ve folklorik müzikte de kullanıldı. 1800'ler boyunca konser piyanistleri bislerde sık sık doğaçlama yaparlardı. Alman ve Fransız klavye stillerinde doğaçlamaya "Preluding" denir.

1923 yılının sonlarında müzisyenlerin doğaçlamadaki yaratıcılıkları orkestranın programı tarafından yönlendiriliyordu. Bazı programlar konser sırasında spontane bir şekilde ortaya çıkardı. Bu programların iskeletleri genelde basılmış düzenlemelerden oluşurdu. İlk bakışta bu düzenlemelerde birçok bölümün birbirine uymadığı görülür. Trombonun kontür çizgileri klarnetin obligatosu ve trompetin melodilerindeki varyasyonlar spontane bir şekilde çalınır. Bunlara eşlik eden diğer melodiler ise yine yaratıcı müzisyenler tarafından doğaçlanır ve çeşitlendirilir.

1920'lerin sonunda doğaçlamaya olan ilgi doğaçlamanın boyutunu arttırmış ve bugün bilinen cazda kullanılan doğaçlamaya yaklaşmasında etkin olmuştur.




Kullanılan Enstrümanlar



İlk caz grupları enstrümanlarını nereden buluyorlardı peki ? Avrupalı bandolar; trompet trombonklarnet saksafon ve tubayı içeren orkestra modelini geliştirmişlerdi. 20. yüzyılın başında New Orleans'ta bando enstrümanları kullanan birçok siyah ve beyaz orkestra vardı. Bunlar parodilerpiknikler danslar ve cenazeler için marşlar çalarlardı. Yeni dünyaya köle sağlayan Afrika bölgesinin trompet klarnet ve saksafonu anımsatan aletleri yoktu.




Peki ya davullar?



Batı Afrika'nın davulları günümüzde modern caz gruplarında bulunabilir ama ilk zamanlar cazda kullanılan davullar Avrupa sitili bandoların kullandığı davullardı. Davul yerine kullanılan "Wood black" ve "Cowbell" adlı perküsyon aletlerine en eski caz kayıtları dahil birçok kayıtta duymak mümkündür. Bu aletlerin atalarının Afrika olduğu düşünülse de Çinliler ve Türkler benzer enstrümanların yeni dünyaya girmesine katkıda bulunmuştur.

Telli çalgılar söz konusu olduğunda da şunu görürüz ki en eski caz grupları Afro-Amerikan bir enstrüman olan banjoyu sık sık kullanmışlardır. Ayrıca Avrupa kökenli gitar da bu gruplar tarafından kullanılmıştır (alıntı)

Ayrıca şu blogda çok daha güzel bir jazz tarihi var..
ordan da okunabilir

http://jazzgrr.blogcu.com/jazz-tarihi-cazin-dogusu-ve-kokenleri/4658895

blues

Blues Tarihi
Blues, aslen Afrika kokenli bir muzik turudur. Onceleri, kole ticaretinin baslamasiyla birlikte Amerika’ya getirilen zenci kolelerin kendi kulturlerini koruyabilmek icin kullandiklari sosyal bir arac oldu. 1865 senesinde koleligin kaldirilmasiyla birlikte Amerikan toplumu icinde yanki buldu ve buradan da tum dunyaya yayildi. Ortaya cikis tarihi kesin olmamakla birlikte ilk zenci kolelerin Amerika’ya ayak bastigi 1619 senesi, Blues’un dogum tarihi olarak kabul edilebilir. 1865 senesine kadar suren kole ticareti sonucunda Amerika’daki zenci nufusu yaklasik olarak uc milyonu bulmustur.
Simdi de sizlere bu muzik turunun tarihcesini mumkun oldugunca kisa bir sekilde anlatmaya calisacagim.



BLUES’ UN Gelisimi:

Amerika’ya getirilen ilk koleler, Mississipi Nehri’nin besledigi ve buyuk pirinc tarlalarinin bulundugu New Orleans ve Memphis bolgelerine yerlestirildiler. Koleler tarlalarda calisirken bir yandan da hep bir agizdan sarki soyluyorlardi. Bu sarkilarin sozleri ise ozellikle secilmis, ozgurlugu, birligi, beraberligi ve umidi asilayan, haksizliklari sorgulayan sozlerdi. Ciftlik sahipleri, bu ozgurluk cirpinislarini bir nebze de olsa engellemek ve koleleri rahatlatmak icin Cumartesi geceleri eglence duzenlemelerine izin verdiler ama bu eglencelerde soylenen sarkilar ozgurluk cigliklarini daha da alevlendirdi. Boylece ilk blues besteleri ortaya cikiyordu.

Ic savasin sona ermesi ve koleligin kaldirilmasiyla birlikte, Amerika’da yeniden yapilanma plani ortaya kondu fakat bu plan beyazlarin irkci davranislari nedeniyle bir sonuca ulasamadi. Bunun uzerine zenci halk yeni umutlar icin kuzeye yoneldi. Bu goc sirasinda Amerika’ya gelen gocmenler ile kultur alisverisinde bulundular. Kimi zaman geleneklerinden, kimi zaman yasam bicimlerinden ama ozellikle muziklerinden etkilendiler. Kendi muziklerinde kullandiklari banjonun (ki kokeni Afrika’dir) yaninda, Irlanda ve Iskoc gocmenlerden kemani, guneyli gocmenlerden ise mandolin ve gitari ogrendiler. Boylece zenci muziginde etkin hale gelecek gitarin tohumlari da atilmis oluyordu. 1890’lara gelindiginde ise gitar uretimi bir sektor haline gelmeye baslamisti. Bu sektorun onculugunu de gitar uretimini halen surduren iki sirket yapmaktaydi: Orville GIBSON ve C.F. MARTIN sirketleri.

1900’lerin basina gelindiginde zenci sarkicilar ve soz yazarlari, ozellikle Memphis sehrinde ortaya cikmaya baslamislardi. 1909 senesinde ise blues tarihi icin belki de ilk altin sayfa aciliyordu. Memphis sehrinin belediye baskan adaylarindan E.H. Crump, yeni yeni kurulmaya baslayan blues gruplarindan biri olan Handy’s Band’den secim propagandasinda kullanilmak uzere bir parca yazmalarini istemisti. Bu grubun yazdigi Mr. Crump isimli parca ile hem E.H. Crump baskanligi kazaniyor hem de Handy’s Band, Memphis Blues olgusunu genis bir cevreye tanitiyordu.

Bu donemi izleyen yillarda, belirli bolgelerdeki muzisyenler, o yerlerin kultur ve etnik yasantisindan etkilenerek farkli blues turleri ortaya koymuslardi. Yazilan parcalar esas olarak blues altyapisini kabul ediyor fakat ozellikle gitaristlerin tekniklerinde bolgeye has bir farklilik goze carpiyordu. Bir sure sonra ortaya cikan bu yeni turler de bolgelerinin ismiyle anilmaya baslayacakti. Ornegin Memphis Blues, Delta Blues, Texas Blues gibi.

Blues ile caz muzigin yakinlasmaya basladigi 1930’lu yillarin baslarinda, unu daha sonra tum dunyaya yayilacak olan trompetci Lois Armstrong, King Oliver Band’e katiliyor ve gelecek yirmi yila damgasini vuracak bir muzisyen boylece taninmaya basliyordu. Armstrong daha sonra bu gruptan ayriliyor, unlu blues ve caz piyanisti Earl Hines’in grubuna dahil oluyordu. Yine ayni yillarda unlu cazci Count Basie grubunu su sozlerle tanimliyordu:” The Band That Play The Blues.” Ekibine gitarist Eddie Durham ve saksofoncu Lester Young’i da katan Count Basie, donemin en unlu iki bayan vokali Ella Fitzgerald ve Billie Holiday ile birlikte blues ve caz muziginin halen dinlenen kilometre tasi parcalarini seslendiriyordu. Bu yillara damgasini vurmus diger muzisyenler ise Robert Johnson, Big Bill Broonzy, Sonny Boy Williamson, Lonnie Johnson ve Tampa Red idi.

40’li yillara gelindiginde Muddy Waters, Howling Wolf, Little Walter ve Willie Dixon gibi isimleri henuz duyulmamis muzisyenler gecimlerini barlarda calarak sagliyorlardi. 1943 yilinda Chicago’da Muddy Waters, Detroit’de de John Lee Hooker, muzik kariyerlerinin en buyuk adimlarini atiyorlardi. Gelisen teknoloji ile birlikte blues etkisi de gunden gune artiyor, yeni muzisyenlerin ortaya cikmasiyla tum Amerika’ya dalga halinde yayiliyordu. Bu dalgaya jump, boogie veya rhythm & blues diyenler de vardi. Fakat kim ne derse desin, tek bir sey kesindi, kimse geriye bakmiyordu. Artik muzik alaninda gelisim ve yeni kesiflerin yapilma zamaniydi.

1948 yilinda Riley King isimli bir diskjokey, ilk zenci radyosu olan WDIA Memphis ile anlasiyor ve dort yil surecek bir radyo programi sunmaya basliyordu. Bu program sayesinde dinleyicileri ona yeni bir isim takacaklardi: Blues Boy ya da kisaca B.B. KING.

B.B. King 1925 yilinda Indianola, Mississipi’de dunyaya geldi. T-Bone Walker, Charlie Christian ve Lonnie Johnson gibi gitaristlerin stillerinden etkilenerek kendi single-note lead guitar teknigini olusturdu. Ilk hit parcasi olan Three O’clock Blue 1951 senesinde yayinlandiginda, B.B. King blues’un krali oldugunu gostermeye basliyordu. Fazla karmasik bir yapiya sahip olmayan fakat bastigi her notaya bir anlam yuklemeyi basaran gitar teknigi ve Gibson ES335 (daha sonra Gibson firmasi bu gitari B.B. King adina “Lucille” ismiyle uretecekti.) model gitari ile, bu blues ustadi, bugun bile kulaklarimizin pasini almakta ilk gunku kadar basarili. Gecen onca yila ragmen...

1955 yili yeni bir ismin ortaya cikmasina sahit oluyordu: Chuck Berry. Maybelline isimli parcasiyla gorulmemis bir basari elde ediyor ve tam uc dalda Billboard odulunu almaya hak kazaniyordu. Ayni zamanda bu parcayla birlikte, tum Amerika yeni bir muzik turunun dogumuna sahit oluyordu. Izin verirseniz sizlere ailemizi tanitmak istiyorum. Anne Blues, baba Rhythm & Blues ve cocuklari: Rock’n Roll.

Rock’n Roll’un dogusu ile birlikte bu turun temsilcileri de ortaya cikmaya basladi. Fakat iclerinden bir tanesi vardi ki fizigi ve sesiyle sanki “Kral Benim.” Der gibiydi. Dogru bildiniz, Kral Elvis’ten bahsediyorum. 1956 yilina adini yazdiran parcasi Heartbreak Hotel ile muzik kariyerine baslayan Elvis, bir doneme damgasini vuracak ve halen mevcut genis bir hayran kitlesine ulasacakti.

II. Dunya Savasi sonrasi Ingiltere’den ayrilan Amerikan askerleri, beraberlerinde getirdikleri bircok blues albumunu burada birakmislardi. Geride kalan albumler Ingilizler tarafindan ilgi gormeye basladi. Genc Ingiliz gitaristler, 30’lu yillarin blues ustatlarindan etkileniyor, New Orleans jazz band kavramini kendi ulkelerinde de gelistirmeye calisiyorlardi. Bu genc muzisyenlerden Alexis Corner, Cyril Davis ve Brian Jones, bu amacla Blues Incorporated isimli bir grup kurdular. Kurulan bu grup, Ingiliz blues muziginin ilk orneklerini vermeye basliyordu. Brian Jones bir sure sonra gruptan ayrildi ve iki genc blues muzisyeni, Keith Richard ve Mick Jagger ile birlikte bir grup kurdu. Grup ismini Muddy Waters’in hit parcalarinin birinden aliyordu: The Rolling Stones. Rolling Stones, Muddy Waters’in “I just want to make love to you” ve Robert Johnson’in “Love in Vain” isimli parcalarini yeniden yorumlayarak buyuk bir basariya adim atiyordu. 1966 yilinda cikardiklari “Aftermath” albumleriyle artik kendi tarzlarini ortaya koyuyorlardi. Bu albumden cikan “Paint It Black” isimli parcalari da o yila damgasini vuruyordu.

Ayni donemdeki diger bir baba grup ise The Yardbirds’du. Bu grubun uyesi olan uc gitarist, Jeff Beck, Jimmy Page ve Eric Clapton, gelecekte rock tarihini yazacak kisilerdi. Bunlardan Clapton gruptan ayrilarak John Mayall and The Bluesbreakers’a katildi. Burada Ingiliz blues muziginin en basarili orneklerini verdi ve gitar teknigi ile on plana cikti. Bir sure sonra bu gruptan da ayrilan Clapton uc kisiden olusan Cream grubuna dahil olarak “Roll & Tumble, Outside Woman Blues” ve “Sitting On Top Of The World” gibi tarihi blues parcalarina imza atti.

Ve iste geldik tum zamanlarin en iyi gitaristi kabul edilen Jimi Hendrix’in ortaya ciktigi yila. Yil 1967 ve yer Monterey Pop Festivali, California. The Jimi Hendrix Experience sahne aliyor ve unutulmaz bir muzik ziyafeti cekiyordu tum seyredenlere. Bu konser, Hendrix icin hayatinda yeni bir baslangic ve kendini ispat etme sansiydi. O da bu sansi iyi kullaniyor, beyaz Fender Stratocaster gitariyla blues’un gucunu tum dunyaya haykiriyordu. O gune kadar rastlanmamis gitar teknigi, performansi ve kendini ispatlamanin gururu ile gosterisine son noktayi koyuyordu Jimi. Gitari tum izleyicilerin onunde alevler icinde kaliyor ve gitarini blues atesinin emrine sunuyordu. O tek aski gitarina kiyiyor fakat blues sevgisinin kolay kolay sonmeyecegini de ispat ediyordu.
Evet dostlarim, bu ates belki bir gun sonecek ama henuz degil. Cunku blues sevgisini, teknigini, ekolunu gelecek nesillere tasiyacak bircok genc blues’cu yetismekte. Kenny Wayne Shepherd ve Jonny Lang, su anda aklima gelen iki genc blues yetenegi.

Muzik tutkusu suphesiz ki Hendrix’in biraktigi noktada bitmedi. Onunla birlikte yeni bir tur olan rock muziginin kapilari da aralanmis oluyordu. Rock muziginin gelisimi ise baska bir yaziya yetecek kadar uzun. Bu yuzden daha sonraya sakliyorum.

kaynak: http://www.bira.gen.tr/bira.asp?ID=23

rock and roll

(rock'n roll olarak da anılır) 1950'lerin Amerika'sında ortaya çıkmış bir müzik türüdür. Bu tarihten sonra hızla ilk önce tüm ülkeye, ardından da tüm dünyaya yayılmıştır. Bu müzik türü, daha sonra sadece rock olarak adlandırılacak müzik türlerine bölünmüştür. Rock and roll ve daha sonra aldığı haller, 1950'lerden 1990'ların ortasına kadar en çok dinlenen müzik türlerindendir. Genellikle elektro gitar, bas gitar ve bateri eşliğinde çalınan müziğe bazen piyano ve org da eşlik eder. Gitar tarafından değiştirilmeden önce, saksafon bu türde en çok kullanılan müzik aletiydi.

Fado

19. yüzyıldan günümüze kadar uzanmış bir Portekiz halk müziği türüdür. Fado'nun tam bir çevirisi olmamakla beraber, kelime anlamı kadere veya alın yazısına yakındır.
Fado, balıkçı, kaşif ya da denizci olan sevgililerini, eşlerini denize uğurlayan ve onların geri dönmesini umutla bekleyen 19. yy Portekiz kadınlarının artık beklenen yakınlarının geri gelmemesi üzerine denize karşı yaktıkları ağıtlardan türemiştir. Bu nedenle Fado, derin acıların, hüzünlerin, özlemin, nostaljinin, mutluluğun ve aşkın ifade edildiği bir müzik türüdür.
Fado'nun, isimlerini Portekiz'in Lizbon ve Coimbra şehirlerinden alan iki türü vardır. Coimbra'nın sade bir tarzı olmakla beraber Lizbon fado'su daha yaygındır. Günümüz Portekiz'inde modern fado bir çok ünlü müzisyenin icra ettiği popüler bir müzik dalıdır.
Klasik fado bir Portekiz gitar ve bir klasik gitar eşliğinde tek bir şarkıcının performansıyla icra edilmektedir. Modern fadonun ise yaylı çalgılar dörtlüsünden tüm bir orkestraya kadar çeşitli uygulamaları mevcuttur.

20. yüzyılın en ünlü fado sanatçısı Amalia Rodrigues'dir.

Amália Rodrigues, minha doce loucura





Amália da Piedade Rebordão Rodrigues, (d. Temmuz 1920 – 6 Ekim 1999) Portekizli fado şarkıcısı ve aktris. Lizbon'da 1920 yılında doğdu. Resmi kaynaklara göre doğum günü 23 Temmuz görünmesine rağmen, doğum gününün 1 Temmuz olduğu iddia etti.
Fado müziğinin en bilinen ismi olan sanatçı Fadonun Kraliçesi (Rainha do Fado) olarak ünlenmiştir.

Lhasa de Sela, De Cara A La Pared





Meksikalı ve Yahudi – Amerikalı atalarından miras kanı damarlarında dolaşan Lhasa, New York doğumlu. Bu büyük şehrin Big Indian bölgesinde doğan Lhasa, geleneksel yapıdan hayli uzak olan ailesinin aynı yerde fazla kalmama ve “hayat seni nereye götürürse oraya git” prensibi dolayısıyla buradan kısa süre içinde ayrılmış. Okul otobüsünden bozma araçlarıyla ABD ve Meksika sınırları içinde yer alan çeşitli yerleri gezip durmuşlar. Aslen yazar ve öğretmen olan babası, inşaat işçiliğinden meyve toplayıcılığına kadar her türlü işi yapıyormuş. Annesi ise fotoğrafçıymış. Ebeveynleri ve kardeşleri ile birlikte yaptığı bu yolculuklar, Lhasa'nın geniş hayal dünyasını besleyen deneyimler olmuş. Babasının seçtiği Amerika ve Meksika yerel şarkıları, Latin, Arap, Doğu Avrupa ve Asya müzikleri de ileride çizeceği yolun kapılarını açmış diyebiliriz.

Şarkı söylemeye, on üç yaşındayken San Fransisco'da bir Yunan kafesinde başlamış. Düşük tempolu Billie Holliday şarkıları ve Meksika ezgileriymiş tercihi. Kendi sesinin gücünü ve şarkı söylemenin onda uyandırdığı yoğun duyguları burada keşfetmiş.

19 yaşına geldiğinde yolu biraz kuzeye, Kanada'ya kaymış. Gitaristi ve yapımcısı Yves Desrosiers ile burada tanışmışlar. Beş sene boyunca birlikte Montreal'de çeşitli barlarda canlı performanslar sunmuşlar. Buralarda edindiği deneyim, onu 1998 tarihli ilk albümü “La Llorona”yı çıkarmaya kadar götürmüş. Aztek mitolojisinde yer alan bir denizkızı karakteri çevresinde şekillenen, geleneksel Meksika müziğinden alternatif rock'a kadar çok çeşitli tınıları sentezlediği bu albüm, Lhasa'ya hak ettiği ün ve başarıyı getirmiş. Bu gizemli ses, yürek burkan melodiler ve ilginç hikâye, dünyanın pek çok yerinde ilgi çekmiş ve albüm tahminlerden çok fazla satmış, platin plak derecesine ulaşmış. Felix Award'da ve Juno Award'da "En İyi Evrensel Müzik Sanatçısı" olarak ödüllendirilmesi de cabası!

Birkaç yıl boyunca grubu ile birlikte Avrupa ve Kuzey Amerika'da turnelere çıkan Lhasa'nın seyircisiyle iletişimi ve sahne performansı da eşsizmiş. Gelin görün ki bu turlar sonrasında enteresan bir karar almış Lhasa: Müziği bırakmak ve Fransa'daki üç kız kardeşinin yanına giderek sirkte çalışmak! Çocukluk rüyası olduğunu söylediği bu işi, 1999 yazında "Pocheros" isimli bir şov düzenleyerek hayata geçirmişler ve hep birlikte bir tura çıkmışlar.

Tabii ki kanına müziğin bu kadar derinden işlediği biri için müziği bırakmak, bunu söylemek kadar kolay olamaz. Durum bu olduğu için Lhasa tekrar şarkı yazmaya başlamaktan kendini alamamış. Tindersticks'in "Waiting for the Moon" albümüne bir düetle konuk olmuş. Bir süre sonra Kanada'da eski bir liman kenti olan Marseille'ye gitmiş ve yeni şarkıları için çalışmaya başlamış. 2002'de Montreal'e dönerek, ilk albümünde birlikte çalıştığı François Lalonde ve Jean Massicotte ile buluşmuş ve ikinci albümü "The Living Road"u 2003'te çıkarmışlar. Bu albüm, hayatı yola benzetme kavramı etrafında şekillenmiş. Nereye giderse gitsin kendini evinde hissetmesini sağlayan güce adamış şarkılarını. Çocukluk ve gençliği göçebe kıvamında süren bir insan için doğal bir sonuç değil mi? (kaynak: istegenc.com.tr)

mariza, Quando me siento só







Lizbon’un bir kasabasında büyüdüm ve hep fado söyledim - ne olduğunu biliyorum, kendimi de fadoyla anlıyorum”.

Mariza, ruhunu Lizbon’un Mouraria kasabasında büyüten Mozambik asıllı bir şarkıcı. Fado şarkıcılarını ve fadoyu ilk öğrendiği yerlerin anıları, şarkılarında yaşamaya devam ediyor.

Son albümü Transparente ile şarkılarını Fernando Maurício, Carlos do Carmo ve Amália Rodrigues gibi fado efsanelerine ithaf eden Mariza başka ritmik formlarla yepyeni şarkılar da denemesine rağmen özü olan fado’dan hiç vazgeçmiyor.

2001 yılında yayınlanan ilk albümü, Fado Em Mim (İçimdeki Fado), Portekiz’de 4 kez platin plak satışına ulaşınca, uluslararası platformda da dikkati çekmeye başladı.

2002 yılında Quebec Yaz Festivali’nde “En İyi Performans” dalında birincilik alan Mariza, aynı yıl New York Central Park, Womad Festivali, Londra South Bank ve Lizbon’da kapalı gişe konserler verdi.

Jools Holland’ın efsanevi televizyon şovunda İngiliz dinleyicilerin gönüllerini fetheden Mariza, 2003 yılında BBC Avrupa Dünya Müzik Ödülleri’nde “En İyi Sanatçı” ödülünü aldı.

Mariza 300.000 satış rakamı ile bütün zamanların en çok satan fado albümü Fado em Mim ile tüm dünyanın ilgi odağı olurken, German Critic Awards 2001-2003, European Breakers Award 2003, Portugals Personality of the Year Award 2003, Coup de Couer Mirror Award-Canada 2003 ödülleri ile ününe ün kattı.

İkinci albümü Fado Curvo (Eğri Fado), fadoyu tıpkı hayat gibi düz olmayan, içinde tutku, aşk ve her türlü iniş çıkışları olan bir müzik olarak tanımlıyordu.

Mariza bu albümde diğer albümünün aksine orijinal eserlere yer vermişti. Albümde 1 parça çok bilindik eski bir fado iken diğer şarkılar Mariza için özel yazılmıştı. Mariza bu albüm için “Fado Curvo benim için çok özel bir çalışma. Kendi fadolarımı yarattım – kendimce söylüyorum” diyor.

Almanya’nın önemli eleştirmen ödüllerinden “Deutsche Schalplatten Kritik Award” la ödüllendirilen Mariza, Billboard Dünya Müzik listelerinde de en çok satanlar arasında ilk ona girmeyi başardı.

Avrupa ve Kuzey Amerika’da ardarda gerçekleştirdiği konserler, Londra’daki Royal Hall’den Frankfurt’taki Alte Oper’e kadar en saygın konser salonlarındaki performanslarıyla, Portekiz’deki yabancı uyruklu gazeteciler tarafından Portekiz kültürünü geniş kitlelere ulaştıran bir sanatçı olarak ” 2003 Yılının İsmi” ilan edildi.

2004 yılında, MIDEM ‘in ödüllendirdiği sanatçı, aynı yıl Olimpiyat Oyunları için kaydedilen resmi albümde ünlü sanatçı Sting’le beraber “A Thousand Years” adlı şarkıyı seslendirdi.

Mariza bugüne kadar dört kıtada, dünyanın saygın konser salonlarında hayranları ile buluştu. Los Angeles Filarmoni Orkestrasıyla Walt Disney Konser Salonu’nda, New York’ta Carnegie Hall’de, Sydney ünlü Opera Evinde Fado’yu binlerce izleyiciye ulaştırdı. Kahire Uluslararası Şarkı Festivali’nde şeref konuğu olan Mariza, Lizbon’da Monsanto Park’ta 22 bin kişiye şarkılarını söyledi. Chicago Dünya Müzik Festivali, San Fransisco Caz Festivali gibi prestijli festivallerin aranılan isimlerinden biri haline gelen Mariza 2005 yılı boyunca tüm Avrupa ve Amerika’yı dolaştı.

Mariza’nın en son stüdyo albümü “Transparente (Şeffaf)” tüm Avrupa, Latin Amerika ve Amerika’da toplam 35’ten fazla ülkede yayınlandı. Portekiz’de bir numara olan albümü, Hollanda’dan Portekiz’e, Fransa’dan İspanya’ya yayınlandığı her ülkede büyük ilgiyle karşılandı.

Danimarka Krallığı tarafından Hans Christian Andersen’in uluslararası elçisi ilan edilen Mariza, bu ünvana Portekiz’deki ya da uluslararası ününden ötürü değil, Fado’nun şiirsel melankolisini en iyi temsil eden kişi olduğu için layık görüldü.

Live 8 konserlerinde Peter Gabriel, Youssou N’Dour gibi isimlerle Cornwall’da sahne alan Mariza, kökleri Mozambik’te olan bir sanatçı olarak, en gururlu günlerinden birini yaşadı.

Mariza, Amalia Rodrigues Vakfı tarafından, Uluslararası Kariyer Ödülü alırken, Portekiz Devlet Başkanlığı’nın Portekiz kültürünü yurtdışında temsil edenlere verdiği onur ödülünü de aldı.

Portekiz Altın Küre Ödülleri’nde Transparente ile “Yılın Yorumcusu” ödülünü aldı.

2006 Kasım ayında en son canlı albüm çalışması “Concerto em Lisboa”'yı CD ve DVD formatı ile yayınlayan Mariza’ya Lizbon'daki Torre de Belem'de kayıt edilen konserinde Lizbon Senfoni orkestrası eşlik etmekte. (alıntı)

www.mariza.com.tr

Jerry Lee Lewis, rock and roll







1935 yılında Louisiana’da doğan Jerry Lee Lewis, henüz küçük yaşlarda piyanoya karşı doğal yeteneğini gösterdi. Oldukça fakir olan ailesi bankadan kredi alarak Jerry Lee için bir piyano satın aldı. Tıpkı Elvis Presley gibi, Jerry Lee de güneydeki Hıristiyan kiliselerinde gospel müziği söyleyerek büyüdü. 1950’de Texas’taki Southwestern Bible Institute’e kayıt olan Jerry, dini şarkıların rock ‘n roll versiyonlarını çalmak gibi nedenlerden ötürü bir süre sonra enstitüden atıldı.

Din temalı müziği geride bırakan Jerry, yeni ortaya çıkmaya başlayan rock n roll sound’unun öncülerinden biri olarak ilk albümünü 1954 yılında yayınladı. İki yıl sonra, Memphis, Tennessee’de bulunan ve o güne kadar Elvis Presley, Roy Orbison ve Johnny Cash gibi isimleri müzik dünyasına kazandırmış olan efsanevi Sun Studios ile bir albüm anlaşması imzaladı.

Lewis’ in Sun Studios ile 1957 yılında yaptığı ilk albüm ve aynı albümden çıkan ilk single olan ‘Whole Lotta Shakin Goin On’ içerdiği saf rock n roll soundu sayesinde sanatçıyı uluslararası üne kavuşturdu. Daha sonra yine aynı albümde yer alan ‘Great Balls of Fire’ ise sanatçının ise en büyük hiti oldu. Jerry Lee’yi çalarken seyreden Elvis’in, ‘eğer onun gibi piyano çalabilseydim, şarkı söylemeyi bırakırdım’ sözünü söylediği aktarılır.

Lewis’in sahne performansı her zaman son derece dinamik oldu. Ayakta piyano çalacağı zamanlardan önce, rock n roll’un dinamik ve eğlenceli öğelerini daha iyi vurgulamak için önündeki piyanoyu iterek aniden ayağa kalkan, hatta çalarken zaman zaman piyanonun üzerine oturan Jerry Lee’nin performansı izleyiciler üzerinde daima şaşırtıcı ve hipnotize edici bir etki yarattı. Jerry Lee’nin dinamik sahne stili High School Confidential ve büyük bütçeli bir Hollywood yapımı olan The Girl Can’t Help It. filmlerinde görülebilir.

Lewis’in çalkantılı kişisel yaşamı, 1958’de çıktığı ilk İngiltere turnesine kadar halktan gizlendi. Bu turne öncesi, Jerry’nin henüz 13 yaşındaki kuzeni Myra Gale Brown ile evlendiğini öğrenen İngiliz basını başta Kraliçeyi ve kamuoyunu etkileyerek İngiltere’de henüz üçüncü konserini veren sanatçının turnesinin geri kalanının iptaline neden oldu. Sanatçının hayatını ele alan biyografik nitelikteki 1989 yapımı ‘Great Balls of Fire’ filminde de resmedilen, henüz İngiltere’ye ilk ayak bastığı sırada etraflarını saran İngiliz basınına, bir gazetecinin ‘İngiltere Kraliçesi henüz 13 yaşında bir kız ile evlenmenize büyük tepki gösterdi ve konserlerinizin yasaklanmasını istiyor, bu konuda ne düşünüyorsunuz?’ sorusuna verdiği cevap rock n roll tarihinde yerini almıştır.

Jerry Lee, Memphis’teki Sun Studios’ta Roy Orbison, Johnny Cash ve Perkins ile biraraya gelerek Class of 55 albümünü kaydetti. 4 Aralık 1956’da Elvis Presley, Phillips’i stüdyoda ziyaret etti. O sırada Perkins de stüdyoda Lewis ile birlikte birkaç yeni şarkı kaydetmekle meşguldü. Üçlü ‘jam session’ yapmaya başladı ve Phillips kayıt cihazını açık bıraktı. Daha sonra Johnny Cash’e telefon ederek kendisinden bu üçlüye katılmasını istedi. Neredeyse yarısı gospel şarkılarından oluşan bu kayıtlar daha sonra Million Dollar Quartet adlı bir CD’de toplandı. CD’de aynı zamanda Chuck Berry’nin Brown Eyed Handsome Man, Pat Boone’un Don’t Forgive Me, ve Elvis’in Don’t Be Cruel şarkıları yer alıyordu.

1976’da 41. yaş gününü kutlayan Jerry yanlışlıkla bas gitaristi Butch Owens’ı kendi silahıyla göğsünden yaraladı. Owens bu olaydan mucizevi bir şekilde kurtuldu. Birkaç hafta sonra 23 Kasım’da Jerry Lee’nin adı adı Elvis Presley’in Graceland malikanesinde yine silahlı bir olaya karıştı. Lewis, Elvis tarafından davet edilmişti ancak malikanenin güvenliğinin bundan haberi yoktu. Kapıda kendisini tanımayan güvenlik tarafından neden geldiği sorulan Jerry Lee, silahını gösterek şakayla Presley’i öldürmeye geldiğini söyledi. Elvis’in dışarı çıkıp olaya müdahale etmesiyle olay tatlıya bağlandı.

Tüm çalkantılı yaşamına rağmen Jerry Lee’nin müzikal yetenekleri asla sorgulanmadı. Güçlü sesi ve piyanoya hakimiyeti nedeniyle ‘The Killer’ lakabıyla anılan Jerry Lee, ünlü sanatçı Roy Orbison tarafından rock n roll müziğinin gelmiş geçmiş en iyi icracısı olarak tanımlanmaktadır.

1989 yılında, sanatçının rock & roll’daki ilk yıllarını anlatan ‘Great Balls of Fire’ adlı film çekildi. Jerry Lee’nin Dennis Quaid tarafından canlandırıldığı filmde ayrıca Winona Ryder ve Alec Baldwin gibi isimler rol aldı. Bu film ülkemiz televizyonlarında da defalarca gösterilmiştir.

Lewis, turnelerden asla vazgeçmedi. Onu sahnede izleyen hayranları bunca yıl sonra bile hala eşsiz, tahmin edilemez, heyecan verici ve son derece kişisel performansından bahsetmektedir.

Aynı zamanda Grammy ödüllerini de veren Recording Academy, 2005 yılında sanatçıya Yaşam Boyu Başarı Ödülü verdi. Jerry Lee Lewis’in yeni albümü ‘The Pilgrim’ ise, 2006 Mart ayında Columbia/Sony etiketiyle yayınlanacak.

Yeni albüme katkıda bulunan konuk sanatçılar arasında Bruce Springsteen, Mick Jagger, Ronnie Wood, Neil Young, Keith Richards, Kid Rock, Rod Stewart, Willie Nelson, Little Richard, Buddy Guy, Don Henley, Kris Kristofferson, Eric Clapton, Ringo Starr, Jimmy Page, Eric Clapton ve B. B. King gibi dev isimler yer alıyor. (Alıntı)


www.jerryleelewis.com

chuck berry, Johnny B Goode




Asıl adı Charles Berry olan rock'n'roll'un varlık nedeni ve efsanesi Chuck Berry, 18 Ekim 1926 yılında Kaliforniya, ABD'de doğdu. 1940'lı yılların sonunda Les Paul'un gitarı elektriklendirmesi yeni bir devrimi müjdeliyordu. O güne kadar blues ve rock'n'roll gruplarında solo enstrümanı saksafon ya da piyano iken; mucid'i azam Les Paul'un Gibson model elektrikli gitarından sonra yerler değişecekti. İşte elektro gitar ile rock'n'roll'un günümüze taşınması da bu köprüyle başlayacaktı. Chuck Berry de bugünkü birçok müzisyeni etkileyecekti. Bunların başında da AC/DC ve Angus Young gelecekti, öyle ki onun gitarla sahnede seke seke dolaşması tamamen Chuck Berry'den gelenekselleşmiş bir tavırdır. Aynı şekilde Young'un ustalarındandır. Şimdi burada ismini yazamayacağım farklı biçim ve türevlerde birçok rock kökenli müzisyeni etkileyen bir ekolün ismidir; Chuck Berry...
Usta gitarist ve rock'n'rollcu, 1950 yılında ilk olarak bir kulüp ya da bar grubu diyebileceğimiz St Louis, Mo adlı trio ile müzik kariyerine başladı. Bu grupta usta gitarıyla yer alırken, Johnson piyanoda, Ebby Harding de davuldaydı.
1955 yılının Mayıs ayında Chicago'da blues'un efsane adamı Muddy Waters onları Chess Records'a önerecekti. Bir ay sonra da 'Maybeline' adlı şarkıları piyasaya çıkacaktı. Ağustos'ta listelere giren bu tanınmanın sadece ABD ile sınırlı kalması, single'ın İngiltere'de çıkmamasından dolayıydı.
Bu başarıyı 1956 Haziran'ında çıkan 'Roll Over Beethoven' adlı şarkısıyla da sürdürecekti. Ardından 'You Can't Catch Me', 'Scholl Day', 'Oh Baby Doll' gibi hit parçaları gelecekti. AC/DC'ninde ilk yıllarında Avustralya'da çıkan ilk albümlerinde cover'ını yaptıkları 'Scholl Day' 1 milyonun üzerinde satış yapmış ve listelerde 1 numaraya yükselmişti. Bu parça ile Berry, ilk önce İngiltere'de tanınacak ve ardından da tüm dünyaya yayılacaktı.
1957 sonunda 'Rock'n Roll Music' single'ı çıktı. Bunu takiben 'Sweet Little Sixteen', 'Johnny B Goode', 'Back'ın The USA' gibi muhteşem parçalarla ününe ün katacaktı.
1960'lı yıllara girerken polisle başı derde girecekti. Indiana'daki Federal Hapishane'de iki yıl yatan Berry'nin parçaları o günlerin yeni grupları olan Rolling Stones ve Beatles tarafından da yorumlanacaktı. Aynı zaman sürecinde de Berry'nin parçaları 3 albümde toplanıp, piyasaya çıkacaktı.
1964 yılının başında hapisten çıkan Berry, Chicago'daki stüdyosuna kapanıp, yeni parçalar hazırlamaya koyulur. 1 ay sonra 'Nadine (Is It You?) single'ı geldi. Ardındanda İngiltere tunesine çıkar. 9 Mayıs 1964'de Animals ile birlikte Finsbury Park Astoria'da konser verirler.
Chuck Berry artık tüm dünyaya yayılmış öncü ve de efsaneleşmiş bir fenomendi. Adına "Hail Hail Rock'n 'Roll" gibi filmler çekilecek, kitaplar yazılacaktı.

http://www.chuckberry.com/

big mama thornton, Hound Dog







Willie Mae "Big Mama" Thornton (December 11, 1926 – July 25, 1984) was an American rhythm and blues singer and songwriter. She was the first to record the hit song "Hound Dog" in 1952.[1] The song was #1 on the Billboard R&B charts for seven weeks.[2] The B-side was "They Call Me Big Mama," and the single sold almost two million copies.[3] Three years later, Elvis Presley recorded his version, based on a version performed by Freddie Bell and the Bellboys. In a similar occurrence, she wrote and recorded "Ball 'n' Chain," which became a hit for her.[1] Janis Joplin later recorded "Ball and Chain," and was a huge success in the late 1960s.[4]

Thornton was born in Ariton, Alabama. Her introduction to music started in a Baptist church, where her father was a minister and her mother a church singer. She and her six siblings began to sing at very early ages. Thornton left Montgomery at age 14 in 1941, following her mother's death.[5] She joined Sammy Green's Georgia-based Hot Harlem Revue.[6] Her seven-year tenure with them gave her valuable singing and stage experience, and enabled her[vague] to tour the South. In 1948, she settled in Houston, Texas, where she hoped to further her career as a singer.
She was also a self-taught drummer and harmonica player, and frequently played each instrument onstage.

Thornton began her recording career in Houston, signing a recording contract with Peacock Records in 1951. While working with another Peacock artist, Johnny Otis, she recorded "Hound Dog", a song that composers Jerry Leiber and Mike Stoller had given her in Los Angeles.[7]. The record was produced by Johnny Otis, and went to number one on the R&B chart.[8] Although the record made her a star, she saw little of the profits.[9] She continued to record for Peacock until 1957 and performed with R&B package tours with Junior Parker and Esther Phillips. In 1954, Thornton was one of the eyewitnesses to the accidental self-inflicted handgun death of blues singer Johnny Ace.[10] Her career began to fade in the late 1950s and early 1960s.[1] She left Houston and relocated to the San Francisco Bay Area, where she mostly played local blues clubs.
In 1966, Thornton recorded Big Mama Thornton With The Muddy Waters Blues Band, with Muddy Waters (guitar), Sammy Lawhorn (guitar), James Cotton (harmonica), Otis Spann (piano), Luther Johnson (bass guitar), and Francis Clay (drums). Songs included "Everything Gonna Be Alright", "Big Mama's Blues", "I'm Feeling Alright", "Big Mama's Bumble Bee Blues", "Looking The World Over", "Big Mama's Shuffle", and "Since I Fell For You", amongst others.
Her Ball 'n' Chain album in 1968, recorded with Lightnin' Hopkins (guitar) and Larry Williams (vocals), included the songs "Hound Dog", "Wade in the Water", "Little Red Rooster", "Ball 'n' Chain", "Money Taker", and "Prison Blues".
One of Thornton's last albums was Jail (1975) for Vanguard Records. It captured her performances during a couple of mid 1970s concerts at two northwestern prisons. She became the talented leader of a blues ensemble that featured sustained jams from George "Harmonica" Smith, as well as guitarists Doug Macleod, B. Huston and Steve Wachsman, drummer Todd Nelson, saxophonist Bill Potter, bassist Bruce Sieverson, and pianist J.D. Nicholas.
Thornton performed at the Monterey Jazz Festival in 1966 and 1968, and at the San Francisco Blues Festival in 1979. In 1965 she performed with the American Folk Blues Festival package in Europe.[11] While in England that year, she recorded Big Mama Thornton in Europe and followed it up the next year in San Francisco with Big Mama Thornton with the Chicago Blues Band. Both albums came out on the Arhoolie label. Thornton continued to record for Vanguard, Mercury, and other small labels in the 1970s and to work the blues festival circuit until her death in 1984, the same year she was inducted into the Blues Hall of Fame.
During her career, she appeared on stages from New York City's Apollo Theater in 1952 to the Newport Jazz Festival in 1980, and was nominated for the Blues Music Awards six times.[12] In addition to "Ball 'n' Chain" and "They Call Me Big Mama," Thornton wrote twenty other blues songs.[13]

23 Kasım 2009 Pazartesi

Shostakovich, waltz no:2





Dmitri Şostakoviç listen (Yardım·bilgi) (Rusça: Дми́трий Дми́триевич Шостако́вич, Dmitriy Dmitriyevich Shostakovich) (d. 12 Eylül 1906 – ö. 9 Ağustos 1975). Rus besteci; SSCB döneminin ünlü bestecisi ve virtüözü. SSCB Yüksek Sovyet Milletvekili, Lenin Nişanı sahibidir. 20. yüzyılın en önemli senfonilerini yazan besteci film müziği, şarkı, caz dahil olmak üzere pekçok türde eserler verdi.

25 Eylül 1906'da St.Petersburg'da doğdu. Bestecinin büyükbabası Polonyalı veteriner Pyotr Şostakoviç idi. 1830 Polonya Ayaklanması'na katılmıştı. Aile daha sonra Ruslaştı. Babası Dmitriy Boleslavoviç Şostakoviç , Mendeleyev ile birlikte çalışan ünlü bir kimyacıydı. Annesi Sofya Vasilyeva ise bir piyanistti. Dmitriy Şostakoviç piyano derslerine dokuz yaşındayken başladı. İlk öğretmeni annesi olmuştu. Bundan sonra profesyonel öğretmenlerden dersler almaya başladı. İlk bestesi olan Devrim Kurbanlarının Anısına Cenaze Marşı'nı bu dönemde yaptı. 1919 yılında, henüz 13 yaşındayken ülkenin en iyi müzik akademisi olarak gösterilen Petrograd Konservatuarı'na başladı. Zor şartlar altında eğitimine devam ederken zaman zaman öğretmeni Leonid Nikolayev'in evinde derslere devam etti. Ailenin maddi sorunları oluşmaya başladı. 1922 yılının başlarında babası kötü beslenmeden dolayı zatüreden öldü. Sofya Vasilevna üç çocuğu ile ortada kaldı. Ancak eğitimine Alexander Glazunov'un desteğiyle devam etti. Piyanolarını sattılar fakat yeterli olmadığı için ablası Marya ile birlikte çalışmaya başladı. İlk işi bir sinemada piyano çalmaktı. Bu besteci kimliğine büyük katkı sağladı ve doğaçlama yeteneğini geliştirmiş oldu. Bu zaman zarfında vereme yakalandı, on yıl süreyle bu hastalığın etkisinde kaldı.

prokofiev, Dance of the Knights






Sergei Sergeyevich Prokofiev, (Rusça: Серге́й Серге́евич Проко́фьев; Sergey Sergeyeviç Prokofiev; 27 Nisan 1891– 5 Mart 1953) birçok değişik müzik türünü ustalıkla icra edebilen, bu özelliği ile 20. yüzyılın en önemli yorumcularından sayılan ünlü piyanist ve besteci.

Prokofiev; Sontsovka, o zamanlar Rusya İmparatorluğu'nda şu an ise Donetsk Oblast, Ukrayna'da bulunan bir köyde dünyaya geldi. Annesi bir piyanist babası ise zengin bir ziraat mühendisi idi.
Prokofiev'in olağan dışı müzik yeteneği 5 yaşında ortaya çıktı. Müzik eğitimi, annesinden aldığı piyano dersleriyle başladı. Bir süre sonra, dinleyicilerini aile dostları ve komşuların oluşturduğu konserler vermeye başladı. Üzerine eserler yazmak amacıyla temalarını not aldığı, küçük köpek yavruları adını verdiği bir not defteri tutmaktaydı. Annesi, St. Petersburg da oturan babasını ziyarete gittiğinde, büyük şehrin müzik ortamını görmesi için Sergei i de yanında götürürdü. Bu geziler sayesinde Prokofiev, Rus bestecilerinin büyük çaplı yapıtlarını dinleme fırsatı bulmuştu. 7 yaşında ise satranç oynamayı öğrendi ve bu oyunu zamanındaki şampiyonlarla boy ölçüşebilecek kadar ustaca oynadı. Prokofiev'in hayatı boyunca bu ikili (müzik ve satranç) bir tutku olarak kaldı.
1902 yılında yorum dersleri almadan önce bile birkaç tane yenilikçi eser bestelemişti. İlk zamanlarında ürettiği bir Fa majör eserinde siyah notalara dokunmayı sevmediğinden si bemolü kullanmamıştı. Yeteri kadar teorik alt yapıyı öğrendikten sonra kendi tarzını oluşturacak denemelere başladı.
1910 yılında babasının ölmesi ilen birlikte ekonomik desteği de sonra erdi, ama bu süreye kadar edindiği ünü ile kendi yaşamını geçindirebilecek kadar para kazanabildi.
1918 yılının Mayıs ayında hem Rusya'daki devrimin etkisi ile huzursuz ortamdan kaçmak hem de kendi deneysel müziğini yapabileceği daha rahat bir ortam bulmak için kalıcı bir süreliğine olmak üzere Amerika'ya doğru hareket etti.

Müziğinin olgunlaşmasında önemli bir yere sahip olan film müziğine duyduğu ilgiden dolayı film endüstrisinde bulundu. Kendine ve diğer birtakım Rus bestecilerine ait kaydı bulunmayan piyano eserlerinin kayıtlarını yaptı.
San Fransisko'ya ulaştıktan sonra hemen diğer ünlü Rus sığınmacılarla karşılaştırıldı. Bundan sonra da New York'ta bir solo konser vermek üzere yolculuğa çıktı. Bunu diğer konserler izledi. Bir opera bestelemek için bir anlaşma imzalamasına rağmen çesitli sorunlardan dolayı bu opera macerası başarıya ulaşamadı ve bu başarısızlık Prokofiev'in Amerika macerasının da sonu oldu. 1920 yılında Rusya'ya başarısız bir şekilde dönmek istemediğinden dolayı Paris'e gitti. Burada kendisinin müziğine daha hazır olan bir ortam bulan Prokofiev yarım bıraktığı işlerine geri döndü ve onları bitirdi.
1930'lu yılların başında Prokofıev'in evine duyduğu özlemin artması ile eserlerinin prömiyerlerini daha sık olarak kendi ülkesinde yapmaya başladı.

1934 yılında Prolofiev kalıcı olarak Sovyetler Birliği'ne geri döndü. Ailesi ise kendinden bir yıl sonra geri dönebildi. Sovyetler Birliği'ndeki değişen politikalar sayesinde kendine daha özgür bir alan bulabildi, yalnız bu politakalar Rus yorumcuların neredeyse tümüyle dışarı ile olan ilişkisini koparıyordu.
1941 yılında geçirdiği ilk kalp krizi ile bozulmaya başlayan sağlığı savaş ve savaş sonrası yıllarda giderek bozularak 5 Mart 1953 günü 62 yaşında iken ölmesine neden oldu.

maria callas, madam butterfly





Maria Callas (asıl adı: Άννα Μαρία Καικιλία Σοφία Καλογεροπούλου / Anna Maria Cecilia Sofia Kalogeropoulos, d. 2 Aralık 1923 - ö. 16 Eylül 1977) Amerika'da doğan, Yunanlı soprano. 1950'li yılların ve belki tüm zamanların en çok tanınan ve başından geçen sansasyonel olaylarla ses getiren sopranolarından biridir.

New York'ta doğan Maria Callas Atina'da İspanyol soprano De Hidalgo'nun öğrencisi olmuş, çalışkanlığı ve sanat hevesi ile ilgi çekmiş, sanat yaşamına ise 15 yaşında başlamıştır. Atina Konservatuarı'nda ilk anda sesi kulağa kontralto gibi gelse de daha sonra sesinin oturmaya başlaması ile hocaları onun mezzo-soprano olduğunu farketmiştir. Kendisini bir sanatçı yapmak için uğraşan annesi ile arası daha sonra açılmıştır. Kendisi bunu bir sanatçı olup para kazanmasının ardından annesinin kendisini kıskanmaya başlamasına bağlamıştır.
Callas, kariyerine Yunanistan Ulusal Operası'nda küçük bir rol ile başlamış, Madam Butterfly ve Tristan und Isolde ile ün kazanmaya başlamış, 1947'de Verona'da öne çıkmıştır. Kariyerinin başında Wagner'in operalarını yorumlayan Maria Callas 1953-1954 yıllarında ciddi anlamda kilo vermiştir.
Kariyerinde iyice yükselmeye başlayan Maria Callas, Norma'yı, Carmen'i, Puccini'nin ve Verdi'nin çeşitli operalarını yorumlamış, çıktığı soprano ve mezzo-soprano rolleri ile çağının bir numaralı opera şarkıcısı durumuna gelmiş, La Divina ünvanı ile kariyerini tamamlamıştır.
1950'lerde dönemin bir diğer ünlü opera şarkıcısı İtalyan lirik soprano Renata Tebaldi ile üstünlük yarışına girmiştir. Karşılıklı atışmalarda bulunan iki sanatçı birbirlerini aşağılayacak demeçler vermelerine rağmen sonunda her ikisi de birbirlerini takdir etmiştir. Tebaldi gibi bir sesi olmasını istediğini belirten Callas'ın ardından, Tebaldi de en iyisinin Maria Callas olduğunu kabul ederek bu üstünlük yarışına son vermiştir.
1957 yılında kocası ile evli iken bir armatör olan Aristotle Onassis ile tanışan Callas daha sonra Onasis ile bir aşk yaşamış ve böylece adını skandallarla da duyurmuştur. Aristotle Onasis ise daha sonra bir başkası ile evlenerek Callas'ın ve kariyerinin sarsılmasına neden olmuştur. Maria Callas 1977 yılında, 53 yaşında iken ani bir kalp krizi sonucunda hayatını kaybetmiştir.

offenbach, barcarolle






Jacques Offenbach (d. 20 Haziran 1819 - ö. 5 Ekim 1880) Alman asıllı Fransız bestecidir. Asıl adı Jacob Levy Eberst’dir.

Alfred de Musset'nin de "Şamdancı Oyunu" için viyolensel eşlikli düetler bestelemiştir. Daha sonra operetler bestelemeye başlamıştır. Canlı, coşkulu, şakacı müziğiyle kendine özgü bir operet türü olan Fransız Opereti’ni yaratmıştır. Şarkıları ve dansları (Can-Can Dansı), döneminde Paris yaşamının simgesi haline gelmiştir.
En bilinen operalarından biri "Hoffman'ın Masalları"'dır. Çok renkli, eğlenceli, fantastik unsurlar barındıran bir operadır. Operalarında daha çok duygularına yer verir. 5 Ekim 1880’de Paris’te ölmüştür.

18 Kasım 2009 Çarşamba

muse, i belong to you





Muse, 1994 yılında İngiltere'nin güneybatısında yer alan Devon'da kurulmuş rock grubu.Çılgın sahne şovlarıyla,coşkulu soundlarıyla ve baştan çıkarıcı atmosferiyle her yaştan insanın zevkle dinlediği bir gruptur.Üç kişiden oluşur;
Matthew Bellamy (solist, gitar ve klavye)
Chris Wolstenholme (bas gitar)
Dominic Howard (davul ve vurmalı çalgılar)

Muse, zaman zaman post-Britpop grubu olarak anılsa da onlar bunu kabul etmez. Muse`un Amerikan grunge muzik (Nirvana (grup), Pearl Jam, Soundgarden gibi) ve alternatif Britanyalı grupların (Radiohead ve The Verve) karışımı olduğunu olduğuna atıfta bulunurlar ama gelmiş geçmiş en iyi müzik yapan modern rock grubu olarakta anılırlar.
Son yıllarda Muse`un popülaritesi yukarda bahsedilen gruplara yetişti. Oysa ki sadece üç kişiden oluşan bu grup on yıldan beri sahnededir
Kurulması ve ilk yıllar (1990'ların ortaları) [değiştir]
Aslında okuldayken Muse`un üç elemanı da farklı gruplarda çalıyordu. Kısa bir süre sonra beraber bir grup kurma kararını aldılar ve gruba ilk önce Gothic Plague, Fixed Penalty, Youngblood ve Rocket Baby Dolls gibi isimler koydular (bu grup isimlerinin kronolojisi belli değildir, Muse birçok röportajda birbirine ters düşen bilgiler vermiştir). En sonunda Muse isminde karar kıldılar.
1994 yılında Rocket Baby Dolls adı altında yerel bir müzik yarışmasında sahnedeki her şeyi kırarak birinci oldular. Bunun üzerine elemanlar üniversiteye gitmek yerine müzik üzerine kariyer yapmak istediler.
Başarının gelmesi(1997-2000)
Yaşları 30 civarında olan İngiliz üçlü grup Muse, punk ve progressive rock'ı birleştiriyor. Birçok progressive rocker gibi çalışmaları operaya benziyor; sağlam bir altyapı üstüne Matt Bellamy'nin soprano aryalarını dinliyoruz. İlk albümlerinin yapımcılığını Radiohead'in The Bends albümünün de yapımcısı olan John Leckie üstlenmiş fakat Nirvana ve Tom Waits'ten olduğu kadar Jeff Buckley ve Deftones'tan da esinlenen Muse'u Radiohead taklidi olarak nitelendirmek çok acımasız olur...
Güney İngiltere'de küçük bir şehirde Muse grubunu kuran üç delikanlının, bulundukları can sıkıcı, tekdüze ortamdan müzik yaparak uzaklaşmaktan başka amaçları yoktu başlangıçta... Matthew Bellamy (gitar, vocal), Chris Wolstenholme (bass) and Dominic Howard (drums) çok erken yaşlarda bir araya geldiler ve birlikte müzik yapmaya başladılar...
13 yaşında Gothic Plague adında ilk kayıtlarını yaptılar. Basta Chris, davulda Dominic ve Matthew gitarist ve solist olarak yer aldı; 90'ların hit şarkılarının kendi soundlarıyla coverlarını yaptılar; bu onlara önemli bir başarı getirmedi; Gothic Plague'dan sonra Fixed Penalty, ve ardından Rocket Baby Dolls...
Grup üylerinin söylediklerine göre, bu başarısızlık onları yıldırmadı tam aksine daha da hırslandırdı. Daha seçici davranarak ve daha özenli çalışarak kendi şarkı sözlerini yazmaya, bestelerini yapmaya başladılar ve bir daha asla cover yapmayacaklarına yemin ettiler. Kendi şarkılarını seslendirmeye başladıklarında da her şey bir anda değişmedi, izleyicisiz konserler veriyorlardı...
Müzikte kendi kimliklerini ve tarzlarını arayışları devam etti. Britpop onlara klişe ve tutkusuz geliyordu, (Britpop, 90'ların başından günümüze dek, İngiltere'nin popüler grupları -özellkle alternatif rock grupları- için kullanılan genel bir tanımlama) kendi müziklerinin bu kategoride olmasını istemiyorlardı. Bütün ülke Blur ve Oasis'e kilitlenmişken onlar ilgilerini Atlantik'in öteki yakasına çevirdiler. Günler ve geceler boyu Amerikan alternatif rock gruplarını dinleyip incelerken, dinlemekten asla vazgeçemedikleri iki albüm vardı: Nirvana- Nevermind ve Radiohead- The Bends; bu iki albüm onlara müziğin anlamıyla ilgili net bir fikir veriyordu...
Bu ciddi arayış sonrasında ne yapacaklarına karar verdiklerinde "Muse" adını aldılar ve her şey esas bu noktada başlamış oldu. Müzik artık bi kaçış olmanın ötesinde bir tutku haline gelmişti onlar için... Provalar daha da sıklaştı, özellikle canlı performans fırsatlarını kaçırmamaya çalışıyorlardı, küçük büyük bir çok salonda sahne alıyorlardı. Daha hırçın bir müzik, atom-smashing gitar ve görkemli bir vokal, derin ve bol kelime oyunlu şarkı sözleri... Bütün bunlar Muse'u kendi tarzına ulaştırmıştı. İlk iki single Muse (1997) ve Muscle Museum(1998) ilk önemli başarıları oldu. insanlar bu dinledikleri şey her neyse, gerçekten hoşlanıyorlardı... Bu iki single'ın yanına canlı performaslarını da ekleyerek "Dangerous Records" adında bir bantta birleştirdiler. Giderek merak uyandırıyorlardı ve basınının kendilerine olan ilgisi artmıştı; New York'taki CMJ festivaline davet edildiler, Mercury Lounge'daki olağanüstü şovlarından sonra Amerika'da da ilgi uyandıran bir grup haline geldiler... Bundan bir yıl sonra Maverick Records'la antlaştılar ve ilk albümleri Showbiz'i Eylül 1999'da çıkardılar.
Showbiz New Musical Express dergisinde haftanın albümü seçildiğinde şöyle bir başlık atılmıştı : "Muse'a bakın, bu kadar genç insanların nasıl olup da böyle iç acıtan şarkılar yapabildiklerini merak edeceksiniz..." ve başlık şu ifadeyle devam ediyordu: "Muse öyle bir müzik yapıyor ki hem rock müzik tutkunlarına hem de duygusal romantiklere hitap ediyor... balo saonunda dans ettiren punk şiirler... gözlerindeki ateşle ve damarlarındaki cesaretle... Bu grup çok büyük olacak..."
Muse'un şarkı sözleri gerçekten, kelimenin tam anlamıyla iç acıtıyordu. "Size tuhaf gelebilir ama bu şarkıların nereden geldiğiyle ilgili olarak hiçbir fikrim yok" diyor Bellamy ve ekliyor, " açıkçası bunların içimden, derinlerde bir yerden çıkığını düşünüyorum ama nasıl olduğunu anlamıyorum, dürüst olmak gerekirse anlamak da istemiyorum; bir gün bunun yanıtını bulursam kaybedeceğimden korkuyorum..." (wikipedia)

janis joplin, ball and chain







19 Ocak 1943 tarihinde Port Arthur, Teksas'ta, çalışan bir ailenin ilk çocuğu olarak dünyaya geldi. Bir rafineri kasabasında büyüyen Janis, yeni tanıştığı herkes tarafından sıradışı biri olarak nitelenirdi. Gençlik yıllarında sanatçı kişiliğini farkeden ailesi, onu bu alanda kendini geliştirmesi için teşvik etti. 14 yaşına geldiğinde toplum tarafından sıradışılığı yüzünden dışlanmaya başlayan Janis, kendini müziğin ve sanatın içinde gizlemeye karar verdi. 18 yaşına geldiğinde, Teksas'taki birçok yerel klüpte sahne almaya başladı. Daha sonraları blues müziğine olan ilgisinin tükendiğini düşünerek, Lamar State College of Technology'e girdi. 1963 yılında okulunu bıraktı ve müzik kariyeri üzerine yoğunlaşmaya karar verdi.
1963 yılında otostopla geldiği California Dreamin'da hippi hareketine dahil oldu. Kısa zaman içinde San Francisco ve Venice Plajı'ndaki kafe ve klüplerin ayrıcalıklı bir müdavimi haline geldi. California'da geçirdiği iki yılın ardından kontrolünü büyük oranda kaybeden Janis, alkol ve amfetamin kullanmaya başladı. Bu gidişe dur demek için Port Arthur'a geri dönerek, ayrıldığı okuluna yeniden kaydoldu. Okulunda çok başarılı olmasına rağmen, bu doğrultuda gelişmekte olan hayatından hiçbir zaman memnuniyet duymadı.
Janis, küçük kasaba yaşamına ayak uyduramayacağını anlar anlamaz California'ya geri döndü. Burada, arkadaşı ve menejeri olan Chet Holmes tarafından Big Brother and the Holding Company adlı bir gruba solist olması için önerildi. Bu grupla çalışmaya başlayan Janis, 1967 yılında sahne aldıkları Monterey Uluslararası Pop Festivali'nde, bir blues klasiği olan "Ball and Chain" ile izleyenleri büyüleyerek, grubun ilgi odağı olmasını sağladı. Bu performans sonrasında aldıkları albüm teklifini geri çevirmeyen grup, 1968 yılında ilk albümünü yayınladı.
1968 yılında, grubun menejerliğini üstlenen Albert Grossman, Columbia Records plak şirketiyle bir anlaşma imzalamayı başardı ve aynı yıl grubun "Cheap Thrills" albümü bu şirketin etiketi ile yayınlandı. Bu albümde, "Piece of My Heart", "Ball and Chain" ve "Turtle Blues" gibi klasikleşmiş blues şarkılarının canlı versyonları da yer almaktaydı. Bu albümün başarısı sayesinde sekiz hafta boyunca listelerde üst sıralarda kalmayı başaran grubun adı artık "Janis Joplin with Big Brother and the Holding Company" olarak anılmaya başladı.
Arka arkaya gelen büyük başarılar, grubun uyuşturucu ve alkolle olan bağını daha da arttırdı, sıklıkla pahalı uyuşturucularla yapılan alemler grubun performansını ve iş ilişkilerini kötü yönde etkiledi. 1968'in sonunda, Big Brother and the Holding Company son bir performans gerçekleştirdikten sonra dağıldı.
Sonraki sene kariyerine tek başına devam etme kararı alan Joplin, 1969 yılının Haziran ayında gerçekleştirilen Woodstock festivalinde sahne alarak yeniden büyük bir beğeni toplamayı başardı. Blues'un yanında caz müziğine de herzaman ilgi duymuş olan Joplin, aynı yıl "The Cozmic Blues Band" i kurdu ve "I Got Dem Ol' Kozmic Blues Again Mama!" albümünü yayınladı.
Kazandığı başarılarla birlikte artan stresini bastırmak isteyen Joplin, eroin kullanmaya başladı ve kullandığı diğer uyuşturucuların ve alkolün miktarını gün geçtikçe arttırdı. 1969 yılının sonunda bu gidişatının doğru olmadığını farkederek tüm bağımlılıklarına son verdi ve yeni bir başlangıç yapmak için "The Full Tilt Boogie Band" adlı grubu kurdu.
1969 yılında, "Pearl" albümün kayıtları için stüdyo çalışmalarına başladı ancak, ihtiyaç duyduğu ilhamı bulmak için yeniden eroine başvurdu. 4 Ekim 1970 günü, henüz 27 yaşındayken, Los Angeles'taki Landmark Motor Hotel'de aşırı dozda eroin yüzünden hayatını kaybetti.
Ölümünün ardından yayınlanan albümünde yer alan "Me and Bobby McGee" ve "Mercedes Benz" gibi şarkıları ile haftalarca listelerde üst sıralarda yer aldı.
Janis Joplin, yaşadığı zamanda olduğu gibi günümüzde de, gelmiş geçmiş en iyi kadın blues şarkıcılarından biri olarak kabul edilmektedir.

portishead, sour times





Portishead ismi, İngiltere’nin güney batı kıyılarında bulunan ve Geoff Barrow’un gençlik yıllarını geçirdiği, tenha bir gümrük (ing. port) limanından geliyor. Grubu kurarkenki niyeti kolay anlaşılır ve sadeydi: «Sadece ‘ilginç müzik’ yapmak istemiştim. İnsanların koleksiyonlarına girebilecek türden ‘uygun’ parçalar, ihtiyacı karşılayacak derecede… »
Barrow kayıt işleriyle uğraşarak başladı. Massive Attack ve Neneh Cherry ile birlikte çalışıyorlardı. Cherry için şarkılar da yazdı («Somedays» onun 1992 toplama albümünde de yer aldı). Enterprise Allowance’ın da yardımı ile caz gitaristi ve müzisyen Adrian Utley, davulcu/programcı Dave MacDonald ve İngiliz vokalist Beth Gibbons -ki onunla ilk tanışması bir barda onu Janis Joplin’den parçalar seslendirirken işitmesiyle oldu- ile biraraya gelebildi. Birlikte bir film çekip müziklerini yaptılar: «To Kill A Dead Man». Aktörler de onlardı. Neden mi? «İşleri yapabilecek kimseyi bulamadık»… Bu noktada A&R çalışanı Ferdy Unger-Hamilton’ın Go! Beat birlikteliğinde dikkatini çektiler. Barrow’un Gabrielle’in «Dreams» parçasını yeniden düzenlemesi de böyle oldu. Sonuçlardan etkilenen Ferdy fazla beklemedi ve grubu şirkete dahil etmek için ihtiyacı olduğu imzaya da hemen kavuştu, onlarla ilgilenen daha bir çok şirkete rağmen.
45’likler «Numb» ve «Sour Times» basın-yayın kuruluşlarının ilgisini topladı, oysa ilk albümleri listelerde şöyle bir dolanmış ve fazla bir etki yapmamıştı. Pazarlama işindeki sorunlar topluluğun ve arkasındakilerin başını bir hayli ağrıttı. Barrow da, Gibbons da tanınmaya karşı isteksizdiler, basın-yayın kuruluşlarının röportaj isteklerini geri çeviriyorlardı; canlı müzik yapmaya gelince, her ikisi de canlı çalmayı reddediyorlardı.
Yazılı ve görsel basında çıkmayacağından emin olacak şekilde Londra’nın uygun yerlerine plastik mankenler dağıtılıp yerleştirilerek değişik bir tanıtım yaptılar. Fısıltı gazetesi çok iş yaptı, bilinen bir radyo desteği de olmadan topluluğun reklamı her yere yayıldı. Üçüncü 45’likleri «Glory Box» Ocak 1995’te on üç numaradan İngiltere listelerine giriverdi. Topluluk üyelerinin kontrolü altında yapılan, cinsellik kokan bir klip yardımıyla daha çok yere ulaştılar. Aralarında Mixmag, ID, The Face ve Melody Maker gibi dergilerin de bulunduğu bir çok kuruluş Yılın Albümü seçimini «Dummy»den yana yaptı. Hareketli şarkıları blues, caz ve hip-hop ile birarada sunarak yaptıkları bu müzik «trip-hop» ismini aldı.
Bir kere bile gitmedikleri halde albümlerinin 150 binden fazla sattığı Amerika’da yoğun ilgi görüyorlardı. Mercury Müzik Ödüllerinde 1995’in En İyi Albümü yine Portishead’a aitti. Bu başarılarının ardından onlarca film müziği teklifi çalışmalarına katılma teklifi geldi. «Dummy»den sonraki çalışmaları çok gecikti. Barrow, mükemmelciliği nedeniyle topluluğu neredeyse bitiriyordu. İçine düştüğü bir yaratıcılık çıkmazı, bütün çalışmalarına sekte vurmuştu.
Sonunda yıkıcı kararlılığını biraz olsun yenebildiğinde çıkardıkları «Portishead» Eylül 1997’de çok beğenildi, son derece olumlu eleştiriler aldı. Albümden ilk 45’likleri «All Mine» Portishead tarzında bazı değişiklere işaret ediyor gibiyse de, diğer parçalar hayranların değişmesini istemeyeceği o etkileyici Portishead tadındaydı.
1998’de bir canlı kayıt geldi. Çok ses getiren ve Portishead’ın, 2000’lerin müziği dendiğinde akla ilk gelen topluluklardan olmasını pekiştiren bu canlı kayıttan sonra çalışmalar yavaşladı.(wikipedia)

pink floyd, wish you were here






Pink Floyd, İngiliz progresif ve psychedelic rock grubu.

1964 yılında Syd Barrett (gitar), Roger Waters (bas gitar), Nick Mason (bateri) ve Rick Wright (klavye) tarafından kurulmuştur. Syd Barrett grup kurulduğunda Sigma 6 olan ismini iki blues ustası Pink Anderson ve Floyd Council'in isimlerini birleştirerek "The Pink Floyd Sound" olarak belirlemiştir. İlk zamanlar yerel bir kitleye sahip olsalar da kullandıkları görsel efektler ve sahne performansları ile kısa denilebilecek sürede ulusal kitleye sahip olmuşlardır. Kurulduğu zamanlar grupta Bob Klose adlı bir gitarist daha bulunmaktaydı. 5'li "Lucy Leave" ve "King Bee" şarkılarını kaydettiler ancak daha sonra grup bluestan uzaklaştıkça Bob Klose müzikal farklılıklar yüzünden gruptan ayrıldı.

Grubun ilk oluşumundan sonraki kayıtları ve çalışmaları psychedelic rock tarzından oldukça uzaktı. Ve grup o zamanlar ciddi anlamda dinlenen ve de beğeni toplayan Jazz müziğini, alt yapıları olarak benimsedi ve müziklerindeki bateri ve gitar alt yapılarını Jazz akorları üzerine kurarak başarı sağladı. Daha sonra kendilerini geliştirerek kendi müziklerini oluşturdular. Bunun ismi ne jazz ne de psychedelic rock'tı. Bu, dünyada ilk defa diğer müzik türlerinden farklılığını gösteren bir müzikti. Bu Pink Floyd gerçeğiydi. O zamanlar tüm dünya Pink Floyd'u konuşuyordu. Müzik otoriteleri bile ne yorum yazabileceklerini bilmiyorlardı.
Grup "psychedelic rock" tarzları ve görselleri çok iyi kullandıkları konserler ile Londra yer altının en önemli gruplarından biri haline gelmişti. 1966'da daha bir firmayla anlaşmamışken gazeteci Peter Whitehead'ın çektiği Tonite Let's All Make Love in London belgeselinde şarkılarıyla yer aldılar.

1966'da ilk kez bir müzik şirketiyle anlaştılar. 1967'de Arnold Layne single'ı ile müzik dünyasına girdiler. 20. olan bu single'ı See Emily Play takip etti. Şarkı 6. olmuş ve grubu ünlü program "Top of the Pops"'a çıkartmıştır. İlk albümleri The Piper at the Gates of Dawn bir şarkı dışında tamamen Barrett imzalıydı. Albüm İngiltere'de büyük bir başarı kazandı. Amerika'da albüm çok iyi satmasa da grup Jimi Hendrix ile beraber turneye çıkıp kendini tanıttı.
devamı için: http://tr.wikipedia.org/wiki/Pink_Floyd

bob marley, no woman no cry





Bob Marley, Robert Nesta Marley, (d. 6 Şubat 1945, Jamaika; ö. 11 Mayıs 1981, Miami, ABD) reggae sanatçısı.
Asıl adı Robert Nesta Marley olan unutulmaz sanatçı, 6 Şubat 1945 tarihinde Jamaika'da dünyaya gelmiştir. Bob Marley, 130'un üzerinde plağı, her biri dillere destan olmuş yüzlerce şarkısı bulunan bir reggae efsanesidir.
5 yaşındayken, annesi Kingston'a taşınmaya karar vermiş ve orada Bob ve ailesi, yaşamı boyunca Bob'un en iyi arkadaşlarından biri olan Bunny Livingston ve ailesi ile birlikte yaşamışlar. Bob ve Bunny, o yıllardan beri müzik ile uğraşmışlar.
Bob Marley, reggae müziğinin sadece Jamaika sınırlarında kalmamasını sağlayıp, onu bütün dünyaya duyuran en önemli isimlerden biridir. Büyük bir kesim tarafından bu tür müziğin kralı olarak ifade edilen Bob Marley, söz yazarı, şarkıcı ve gitaristtir. Profesyonel anlamda müziğe The Wailers grubu ile başlamıştır. The Wailers, Peter Tosh ve Bunny Livingston'dan oluşuyordu ki, bu isimlerde daha sonradan Bob Marley gibi solo kariyer çalışmalarına devam ettiler. İlk hitleri "Simmer Down" olmuştu.
Bob, The Wailers'dan ayrıldıktan sonra, üç kadın reggae sanatçısının oluşturduğu The I-Threes adlı gruba müzikal alanda yardım etti. Topluluğun elemanlarından Juddy Mowatt, tecrübeli sanatçı için şu ifadeyi kullanmıştı; "Bob Marley’in şarkı sözü ve müzik altyapısı öylesine gelişmiş ki, kendisi bir müzik ansiklopedisi gibi"
Bu ünlü Jameikalı söz yazarı, sadece kendisi ile değil bu grubu ile de, "ada müziğinin" evrensel bir boyut kazanmasını sağladı. Şarkılarında politik ancak basit bir içerik vardı.
"Catch A Fire"ı 1972 yılında yayımladı. Bu çalışmayı; 1973 çıkışlı "Burnin’", 1975'te kaydedilen "Natty Dread" ve 1975 tarihli "Live" albümleri izledi. İngiltere, Almanya gibi önemli Avrupa ülkelerinde de hatrı sayılır bir dinleyici kitlesine sahip oldu. Bu sayede Avrupa'da özellikle o yıllar için büyük önem taşıyan konserler verdi.
En popüler şarkılarından biri olan "Get Up, Stand Up", sosyal karmaşayı konu edinir. "No, Woman No Cry" gibi politik olmayan içerikte parçaları da vardır.
Birleşmiş Milletler "Barış Madalyası", 1978'de Afrika insanına yapılan insancıl yardımlara şarkılarıyla destek olduğu için, Bob Marley'e verilmiştir. Ve bu ödülü aldığı sene insancıl yardım amacıyla Jamaika'da konsere çıkmıştır. Müzisyenliğiyle uluslararası alanda kabul gören Marley, insani yönüyle de büyük takdir kazanmıştır.
Yaptığı "I Shot The Sheriff" ve "Get Up, Stand Up" gibi şarkılar ünlü sanatçı Eric Clapton tarafından yıllar sonra yeniden düzenlenmiştir.
1977 yılında futbol oynarken ayak başparmağında açılan bir yaradan dolayı deri kanseri (melanoma) olduğu ortaya çıktı. Parmağının kesilmesini sahnede eskisi gibi performans gösteremeyeceğine inandığı için istemedi . 1981 yılında ağırlaşan Marley, son günlerini yaşamak için Almanya'dan ülkesi Jamaika'ya uçakla dönerken durumu kritikleşti. Uçağı acil tıbbi yardım için Miami'ye iniş yaptı. Miami, Florida'daki Cedars of Lebanon Hastanesinde, 11 Mayıs 1981 sabahı 36 yaşında hayatını kaybetti. Son sözleri oğlu Ziggy'ye "Para hayatı satın alamaz" oldu. [1] Ölmeden önceki ay kendisine ülke kültürüne katkılarından dolayı Jamaika'nın en büyük ödülü Merit verilmişti ama almaya ömrü yetmedi. (wikipedia)

Guadalupe Pineda, Historia de un amor





Talking about Guadalupe Pineda is to talk of a voice and a style that have marked the musical scene in Mexico and Latin America.

She’s been worthy of innumerable recognitions, awards and special mentions from the critics. Guadalupe Pineda have proved through 30 years of career that quality and purity of music are not opposite to the popular approval.

Born in Guadalajara, Jalisco, Guadalupe moved to Mexico City where she got her roots since an early age. After studying Sociology at the faculty of Politic Sciences (UNAM), started a career as singer in small forums, “peñas” and coffee shops.

Not too much people knows that before starting to sing, Guadalupe had experience at different works as a real estate seller, apprentice of mechanics and guitar teacher. Her first opportunity came in 1974 singing Latin American and Jewish folkloric songs. In that period she formed 2 groups: “La Propuesta” and “Sanampay”, with this second one she recorded 3 discs and showcased for first time at the United States.

In 1980 recorded an album with Carlos Diaz “Caito” and in 1981 she formally did start a solo artist career.

She took her voice to many civic squares, correctional buildings, mental health houses, reformatories, offices and parks until in 1984, 10 years later of hard work, she recorded the track “Yolanda”, also known as “Te Amo” (duet with Pablo Milanés), which conquered the heart of all Mexico. Only in our country the sales of the album reached million and a half copies.

Her voice has transcended Mexican frontiers, she has been included in national and foreigner movies ("Campanas Rojas", México-Soviétic coproduction, Director Sergei Bondarchuk, "La Finestra di Fronte", talian production, Director Ferzan Ozpetek, "Monjas Coronadas", mexican production, Director Paul Leduc, entre otras). She is the only mexican that has plubilshed a song in the Buddha Bar Collection (Buddha Bar France 2002 Vol. 4) and also in the italian collection "Monte Carlo 04/CD Amor".

Her albums have been edited in countries as far as Japan and had been presented on stage around the world (United States, Ireland, Spain, Italy, France, Colombia, Puerto Rico, Argentina, Center and South America).

There have been also shows at some of the more important and recognized forums in México, like “El Palacio de Bellas Artes”, “Sala Nezahualcóyotl”, “Teatro de la Ciudad de México” (which was reestablished in1985), “el Teatro Degollado”, “el Teatro de Juarez”, and forums of the “Cervantino” festival, as well in the most representative civic square of the country, the “Zócalo de la Ciudad de México”. All these places have been witnesses of the art of Guadalupe and the love from her public.

Recently she's taken her show to the Harris Theater in Chicago, USA, Santa Bárbara, C.A., Torreón, Coah., San José de los Cabos, B.C.S., Cancún, Q.R., among many other cities where she's been received by her audience with great enthusiasm. Her new album "Francia con Sabor Latino", is singed in french and it is a demonstration of Guadalupe's constant evolution, and that she is reinventing herself for her audience.

Now a days, Guadalupe Pineda has a discography of 25 albums, latest 7 produced by herself as an independent artist. With more than 4 million copies sold, she has received several Gold and Platinum certifications, including a Double Platinum certification for her work "Arias de Ópera" (2004).

http://www.guadalupepineda.com.mx/

16 Kasım 2009 Pazartesi

Michael Nyman, aşçı, hırsız karısı ve aşığı






Michael Nyman’ın adı, ünlü sinema yönetmeni Peter Greenaway’la birlikte anılıyor uzun zamandır. Zira bu besteci, Peter Greenaway filmleri için müzik yazmaya başladıktan sonra dünya çapında tanınan bir isim haline geldi. Biçimciliğe tepki olarak ortaya çıkan, melodi ve armonide yalınlığı ortaya çıkarak minimalist akımın önde gelen temsilcilerinden biri olan Michael Laurence Nyman, 23 Mart 1944 yılında Londra Stratford’da Musevi kökenli bir ailenin oğlu olarak doğdu. Yardley Lane İlkokulu’nun korosuna kabul edilmese de ondaki müzik yeteneğini, Sir George Monoux Gramer Okulu’ndaki öğretmeni Leslie Winters fark etti. Michael Nyman’ın ailesi fakirdi ve ona enstrüman alacak paraları yoktu. Bu yüzden Michael Nyman zamanının önemli bir bölümünü öğretmeni Leslie Winters’ın evinde geçiriyordu. Londra’daki Royal Akademi’ye kabul edilmesinden sonra Michael Nyman, müzik yolculuğunda kendinden emin adımlarla ilerlemeye başladı.
1961 yılında akademiye kabul edilen Nyman burada Alan Bush ve Thurston Dart ile piyano ve 17. yüzyıl Barok müziği üzerine çalıştı. 1964’te kompozisyon alanında Howard Carr anısına verilen önemli bir ödülün sahibi oldu. 1967’de eğitimini tamamlayan besteci, müziğe “minimalizm” kavramını sokan kişi olarak bilinir. Mezun olduktan sonra İngiliz modernist kompozisyon anlayışına karşı çıkarak besteciliği bıraktı ve müzikolog olarak çalışmaya başladı. Nyman, 1969 yılında Harrison Birtwistle’ın operası için libretto yazdı.Steve Reich’in BBC’deki Come Out programıyla besteciliğe geri döndü. 1976’da şimdiki adı Michael Nyman Band olan Campinello Grubu’nu kuran Nyman, bu tarihte ilk kez ünlü film yönetmeni Peter Greenaway’le çalışmaya başladı. 1977’de Carlo Goldoni’nin Il Campiello oyunu için Ulusal Tiyatro Müzik Yönetmeni Harrison Birtwistle’ın ısmarladığı 18. Yüzyıl Venedik şarkıları düzenlemelerini kendi imgelemine uygun olarak gürültülü bir Venedik sokak orkestrası’yla seslendirdi. Konser bestelerinin yanısıra film ve dans müzikleri de yazdı.1981’de ise ilk Michael Nyman albümü yayınlandı. Eserleri arasında Klavsen ve Yaylılar İçin Konçerto (1995), Christopher Hampton’un yönettiği Carrington’un (1996) film müziğinin temelini oluşturan 3. Yaylı Çalgılar Dörtlüsü, Sayılarda Boğulmak/Cycle of Disquietude, Strong on Oaks, Strong on Causes of Oaks ve Drowning by Numbers bulunuyor.
Ünlü müzisyen ve besteci, 1976 ve 1991 yılları arasında Peter Greenaway’in 11 filminin müziklerini bestelemişti. Nyman’ın film müziği çalışmaları arasında, Neil Jordan’ın The End Of The Affair, Michael Winterbottom’ın Wonderland, Volker Sclöndorff’un Ogre ve Christopher Hampton’ın Carrington adlı filmleri de bulunuyor.
Jane Champion’ın 1993 tarihli The Piano adlı filmine yaptığı müzikler, Nyman’ın tüm dünyada tanınmasını sağladı. The Piano filminin müziğiyle Ivor Novello, Golden Globe, BAFTA ve Amerikan Film Enstütüsü ödüllerini kazandı. The Piano’nun soundtrack’i üç milyondan fazla sattı.
Çeşitli operalar besteleyen sanatçı, Purcell ile Handel’in eserlerini yayımladı ve Romanya başta olmak halk müziği araştırmaları yaptı. (kaynak: hertaraf.net

http://www.michaelnyman.com/

Zbigniew Preisner, Song for the Unification of Europe (Azul, Tres Colores), mavi





Zbigniew Preisner (20 Mayıs 1955 Bielsko-Biała Polonya) Polonyalı besteci, kompozitör.
Preisner, vatandaşı olan usta yönetmen Krzysztof Kieslowski'nin filmleri için yaptığı bestelerle tanındı. Polonya devlet televizyonu için hazırlanan Dekalog adlı kısa film serisi, Véronique’in İkili Yaşamı, Üç Renk: Mavi, Üç Renk: Beyaz ve Üç Renk: Kırmızı için yaptığı bestelerin yanı sıra, pek çok film ve belgesel için besteler yaptı. Louis Malle’in Damage, Luis Mandoki'nin When A Man Loves A Woman, Agnieszka Holland’ın Secret Garden ve Charles Sturridge’ın Fairytale: A True Story filmlerine müzikler besteledi. İnsanda uçma isteği uyandırır.Dinledikçe dinleme isteği de tabi.
İş arkadaşı ve yakın dostu Krzysztof Kieslowski için bestelediği Requiem For My Friend, bir ağıt niteliği taşır. Pek çok festivalde ödüller alan Zbigniew Preisner yaşamını Polonya'nın başkenti Varşova'da sürdürüyor.


http://www.preisner.com/

gabriel yared, The English Patient (Main title) - betty blue 3







Gabriel Yared (Arapça: جبرائيل يارد) (d. 7 Ekim 1949, Beyrut) Lübnan kökenli Fransız besteci, Fransız ve Amerikan sineması için yaptığı film müzikleri ile tanınır.

Gabriel Yared (born 7 October 1949) is a Lebanese award winning composer, best known for his work in French and American cinema.
Born in Beirut, Lebanon, his work in France included the scores for Betty Blue and Camille Claudel. He later began working on English language films, particularly those directed by Anthony Minghella. He won an Oscar for his work on The English Patient (1996) and was also nominated for The Talented Mr. Ripley (1999) and Cold Mountain (2003).

At the age of 7, his father sent Yared to an accordion teacher. Two years later he stopped his accordion lessons and started music theory and piano lessons. His piano teacher thought that he had no future in music.
Although he was not a natural pianist, he was interested in reading music.
At the age of 14, his piano teacher died, so he was to replace him as the organist of Université Saint-Joseph. He used the university's library to read all the work of Bach, Schumann, and many others. This extensive reading inspired his first original composition, a piano waltz.
Yared gained a degree in Law. His formal musical education only began when he travelled to France in 1969, and attended the École Normale de Musique de Paris as a non-registered student. There he learned the rules of music composition from Henri Dutilleux.
At the end of 1971, he went to Brazil to visit his uncle. There, the president of the World Federation of light music festivals asked him to write a song to represent the Lebanese in the Rio de Janeiro Song Festival. His song won the first prize.
In Brazil, he kept on performing with his small orchestra. Yared maintains that to this day Brazil has greatly influenced his work.
In 1975, he arranged the album Minacantalucio for the popular Italian singer Mina.
He then went back to France, where he met with the Costa Brothers and collaborated with them. There, he wrote many orchestrations, and ended up with three thousand orchestrations in six years.
Not to be limited by orchestrating, he collaborated with Jacques Dutronc, Françoise Hardy, Charles Aznavour, Mireille Mathieu, etc.. He had collaborations with many musicians, and contributed to many radio and TV jingles, such as TF1 news jingles which he has created since 1980.

http://www.gabrielyared.com/